banner564

Bir Yürüyüş Günlüğünden Notlar...

Yaz mevsiminin artık gelmesi ile doğadaki tüm renkler neredeyse sarının tonlarına büründü.
Akşamüstleri uçsuz bucaksız ovalarda yürürken, tarlalarda kalan belli belirsiz, son arpa ve buğdaylara baktığımda, nedense onlarda, başına buyrukluk görürüm, asilik görürüm...
Şimdiye kadar ovalarda hiç yürümediyseniz, özellikle güneşin batmasına iki saat kala, böyle bir gezintiye çıkınız. Kendinizi, doğa ile baş başa kalmanın, o eşsiz büyüsünde kaybettiğinizi göreceksiniz.
Gittikçe artan rüzgâr ve serinlik ile beraber, çiftçi kuşlarının ötüşlerinin, doğanın içinde, yarattığı senfoniyi de, tılsımlı bir şekilde dinlersiniz.
İyi bir dinlenme ve kendinizle baş başa kalma yeridir. 
Ara sıra değil de, hemen hemen her gün, hayattan bir mola, bir nefes alma zamanı yaratmalı insan kendine... Zamanın olmadığı, cep telefonların uçuş konumunda olduğu, adı konulmamış zaman dilimleri... 
Özellikle akşam güneşinin, gündüz var olan sıcaklığını yitirdiği, rüzgârın da hissedilir derecede estiği zamanlar...
Yürürken, taşların arasından çıkan mor ve sarı, mini mini çiçekler...
Daha ötede birkaç tane Kıbrıslıların “İngiliz ağacı” dedikleri, okaliptüs ağaçları...
Onların da kendilerine has kokuları vardır. Elinize yaprağını alıp ovalarsanız,
kekremsi yine de hoş bir kokusu olduğunu göreceksiniz...
Bu arada ufuk çizgisine bakıyorum. Gün bitiyor. Renkler ise gittikçe, turuncu oluyor... Daha canlı ve daha parlak... 
Biçilmemiş arpaların içinde olan, uzun ve ince boylu çiçeklerin renkleri, güneşin batışa geçmesi ile birlikte, mor renkten bordo renge dönüyor.
Çok uzun boyları var, neredeyse boyunuza gelen ve o incecik sapın üstünde, yusyuvarlak top gibi, mor renk, irice bir çiçeği var...
Daha az ötede, yine tarlaların içinde, ebedi ölmez dediğimiz, mavi mor renk, çalı şeklinde çiçekli bitkiler...
Dolaşırken uçsuz bucaksız ovalarda, insan her zaman olmasa bile ara sıra düşünür...
Kimler sende kalmış ve kimler senden gitmiş diye...
Zaman geçer, geçtikçe de, fark ederiz...
Hiçbir sevgi, içimizde bir boşluk varsa, onu doldurmaya yeterli değildir diye...
İnsan bundan ötürü bence, hayatını, bu anlamsız arayış ve bekleyişle tüketmek yerine, kendisine yetebilecek şekilde yaşamalıdır. Doğanın içindeki canlıların, yaşama sarılışı, hayat sevgileri bence bize yol göstermeli...
Eskiden özellikle, kimsesiz akşam vakitlerinde, ufuk çizgisine bakarken, her insanın, cennet ve cehenneminin, kendi içinde olduğu gerçeğini düşünürdünüz, belki de... 
Zamanla bunların önemi kalmıyor...
Hiçbir şeyi ertelemeden, yaşamak derdine düşer insan.
Bu yüzden severim çok, akşamüstlerini, o başına buyruk otun böceğin içinde yürümeyi, her an karşıma çıkacak olan zehirli bir yılanın varlığını bilerek, yine de yürümeyi...
Yaşamak, bu değil midir tam manası ile?
Akşamüstü kızıllığında bunlar geçiyor aklımdan. 
Hep düşünmüştün, biliyorum, sen de...
Benim de düşündüğüm gibi... 
Bakıyorum dönüş yolunda, gökyüzü gittikçe koyu bir renge bürünüyor, hem de canlı lacivert tonlarına...
Güneş ise turuncu renkten kızıllığa geçiyor, hatta hafif pembelikler de var.  Tarlalara bakıyorum, başına buyruklar, kendi halinde... Benim gibi mi acaba?
Kırlangıçların uçuşları ve çiftçi kuşunun onların arasında ötüşünü duymak ayrı bir güzellik...
Her seferinde, bu kareleri, sonsuz kılmak istercesine ruhuma, kulaklarıma ve gözlerime kazımak isterim, hiç azalmayan tutku ve hevesle... Sanki ilk defa görmüş gibi, hayran hayran, bakarım her bir taşına, her bir kuşuna, her bir otuna...
Elimdeki telefon ile çekebildiğim kadarını çekiyorum. Rüzgârın sesini, otların hışırtısını hep dondurmak istercesine kameraya alıyorum.
Bir günü daha bitirdik. Ayrılmak istemediğim doğayı kendi haline bırakıp, arkama kızıl lacivertliği alıp eve dönüş yoluna giriyorum...
Bir sonraki yürüyüşe kadar ruhumu, kalbimi uçsuz bucaksız doğanın büyüsü ile besleyip, şifalandırıyorum...
 

YORUM EKLE

banner471

banner474