İnsanlık tarihi birbirinden güzel ve birbirinden korkunç ibretlik sahnelerle doludur. Belki bu yüzden ünlü Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı “ben tarihi değil, tarihteki güzellikleri seviyorum” demiştir. Ancak tarih çok önemli bir deneyimler bütünüdür ve ders çıkarılacak karelerle örülülüdür. İnsanın soyunu, sopunu, atasını, ana ve babasını silmesi mümkün olmadığına göre insanlığın ve ulusların da tarihle yaşaması, yüzleşmesi, onun içindeki olaylardan ders çıkarması mantıklı gibi gözüküyor.
Karşılıklı çarpışma ve savaşlarda bir “ben” bir de “öteki” vardır veya ortaya çıkar. Dünya tarihi, hele kavimlerin göçleri sırasında pek çok yer değiştirme ve çalkantılı olaya tanıklık etmiştir. Dünya üzerindeki ulusların tarihlerinde olduğu gibi bizim tarihimizde de güzel ve çirkin olaylar iç içe. Yerli yabancı sağ duyu sahibi araştırmacı ve tarihcilerin ortak tesbiti Türk tarihinin “tölerans, adalet, eşitlik” kavramlarıyla öğünebileceğini gösteriyor. Dünyada ülkeler tarihlerine büyük önem atfediyor, ondan günlük gıda kabilinden faydalanıyor, sokakta, yolda, okulda, televizyonda, reklamlarda bir şekilde tarihi ve tarihi büyüklerini zenginliklerini kullanıyor. Bizde ise bu faydalanma işlemi Batı’ya göre daha az. Çünkü tarihimizle ilgili kaynakların bir kısmı eski yazı-Osmanlıca olarak arşiv ve kütüphanelerde donmuş bekliyor, yeni yazıya aktarılmamış veya bunlarla ilgili yeni yazı kitapların sayısı az. Veyahut Osmanlı-Türk tarihiyle ilgili kaynakların bir kısmı yabancı dillerde yazılmış ve yabancı kütüphane ve arşivlerde duruyor, yabancı dil bilen Türk tarihçisi arıyor. Ya da tarihimizle ilgili elimizde onu gözümüzün önünde somut biçimde canlandıracak resim, heykel ve benzeri güzel sanat ürünlerinden yoksunuz. Bir de bunlara, ulusumuzun “unutkan, unutan, affeden, öfkesi geçince silen” karakterini ve günü birlik yaşantısını eklersek bizde “tarihsizliğimizin” ve “talihsizliğimizin” sebepleri daha kolay anlaşılacaktır.
Sözde Ermeni soy kırımı iddialarının revaçta olduğu ve Türkiye’nin kısmen kendi iradesinin dışında bu suçlamalara muhatap bulunduğu şu günlerde aklıma kısa kısa uğradığımız baskı, zulmü ve soykırımlardan söz etmek geldi. Bunların bazıları belgeli, kaynaklı ve kitaplı. Ancak Yunanistan veya Ermenistan’ın yaptığı gibi kamuoyu oluşturmada, propaganda yapmada başarılı değiliz, çünkü bu tür kurumlarımız ve stratejilerimiz eksik.
Yeryüzünde Türk ulusunun karşılaştığı baskı, zulüm ve soykırı deyince Orta Asya’dan başlamak lâzım. Çinlilerin ve Rusların Orta Asya Türkleri üzerinde oynadıkları oyunlar, dökülen kanlar yüzyıllardır biliniyor, bugün de zaman zaman tekrarlanıyor. Türk tarihinde Kırım ve Tatar Türklerinin, Balkan Savaşlarında Osmanlı Türklerinin, I. Dünya Savaşı’nda Kafkasya, Ortadoğu’daki Türk ve Müslümanların karşılaştıkları baskı, zulüm ve soykırımlar en acıklıları. Hele Kıbrıs Türklerinin 1974 öncesinde yaşadıkları. Diri diri topraklara gömülmeler, kaçırılıp öldürülmeler..Sırf Müslüman oldukları ve hasımları tarafından “Osmanlı-Türk/Müslüman kalıntısı” olarak görüldükleri için Boşnakların maruz kaldıkları 20 yüzyılın son yıllarındaki soykırım. Ve bunu soykırım ilan edemeyen Avrupa.
Bu konularda Avrupa ve Osmanlı Türk kaynaklarını ve arşivlerini kullanarak Rumeliden Türk Göçleri adlı önemli bir eser yazan diplomat Bilal Şimşir, kitabında Türklerin uğradıkları haksızlıklara, bakıya ait pek çok örnek veriyor. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Bulgar ve Rus birliklerinin, çetelerinin Balkanlarda kesip biçtiği Türklere ait binlerce belge var. Onlardan biri Fransızca yazılmış Atrocites Russesen es Asie et en Roumelie Pendat les mois Juin-Juillet et Aout 1877 adlı kitap. 1877’de İstanbul’da çıkan bu kitapta Türklerin Balkan yarımadasında uğradığı zulüm ve soykırımlar, İngiliz, Fransız temsilcilerinin kendi ülkelerine gönderdikleri telgraflarla anlatılıyor. Bu belgelerin, telgrafların çıktığı gazeteler Guardian, Times, Observer, Republique Française gibi tanınmış gazete ve ajanslar. Yani Batı kaynakları Türklerin uğradığı işkenceleri naklediyor. İşte onlardan iki örnek
1) Mr. Buckland’ın Norma gazetesine gönderdiği 1877 tarihli telgraf
M. Drummond’un Şumnu’dan telgrafla bildirdiğine göre, Ziştovi’den Razgrad’a bağlı Çayırlı’ya sığınan 200 Müslüman, Ruslar ve Bulgarlar tarafından katledildi. On araba ile Armutlu’dan göç edenler Kara Çumak’ta öldürüldü. Armutlu’dan çok sayıda kadın ve çocuk, Üç Destin’de bütün Müslüman halk, Ostrança ve Kostova’da 35’i çocuk bütün Müslümanlar katledildiler. Kestan ve Yelkan’da Rusların kışkırttığı Bulgarlar bütün Müslüman halkı ketlettiler. Ruslar Beşpınar’daki bütün Müslümanları esir aldılar ve bütün kadınlara tecavüz ettiler.
2) M. Gay’in Daily Telegraph gazetesine çektiği 1877 tarihli telgraf
Açlıktan ve yorgunluktan yarı ölü vaziyette kadın ve çocuklardan oluşan göçmen kafileleri kitleler halinde gelmeye devam ediyor. Vücudu gülleyle parçalanmış bir kadın gördüm, yaralandığı sırada hamile imiş; bebeğini yanına yatırmışlardı. Bunun gibi insanın yüreğini parçalayan başka vak’alar da var. Bazılarının sırtlarında mermi yaraları vardı. Uzun lafın kısası kaçmağa çalışırlarken vurulmuşlardı. Ruslar kadınların ırzına geçmeden önce kurbanlarının alınlarına haç işareti kazıyorlar. Bulgarlar gaddarlıklarını büsbütün artırarak bulabildikleri Müslüman, Yahudi ve Çingeneler dahil bütün kadınlara önce tecavüz etmişler ve sonra da katletmişlerdir.
Türk ulusunun özelliklerinden biri dde asker-ulus oluşudur. Türk ulusu en eski dönemlerde gök-bayrak, kızılelma gibi idealler peşinde İslamiyet’in yayılması için ve vatan uğrunda şehitler vermiş, “Ya şehit ya Gazi!” deyişi kültürümüzde ve destanımsı eserlerde daima dile getirilmiştir.
Bizde kahramanlık ve şehit şiirlerinin zenginliği de göze çarpar. Genç Osman destanı, Estergon kalesi, Sivastopol türküsü, Yemen türküsü bu açıdan halk kültürümüzün ne kadar dolu olduğunun delilleridir. Anomin bir şiir olan:
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Ah gençliğim eyvah.
dizelerini bilmeyen yoktur. Şiirlerinde gençleri “arş yiğitler vatan imdadına” diye çağıran Magosa sürgünü vatan şairi Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, “Şehit Oğlum” adlı şiirinde şöyle seslenir:
Şehit oğlum kefenine büründü
Mezarının baş ucuna süründü
Ninesine rüyasında göründü
Baygın baygın geldi düştü yanıma
Açtım gözlerimi sabah açılmış
Vatan toprağına nurlar akıyor
Tan yerine al kefenler saçılmış
Şehit oğlum güneş gibi bakıyor!
Şehitlik bizim kültürümüzde en üst ve kutsal makamdır. Ünlü şairlerimizden ve kültür adamlarımızdan merhum Orhan Şaik Gökyay “Bu Vatan Kimin?” şiirinde şehitlerden şöyle söz eder:
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.
İleri atılıp sellercesine
Göğsünden vurulup tam ercesine
Bir gül bahçesine girercesine
Şu kara toprağa girenlerindir.
Hüseyin Nihal Atsız ise “Ebedî Şehit” şiirinde bu isimsiz kahramanların sonsuzluğa karıştığını ifade eder:
Ebedi yiğit
Adı yok şehit
Kefenin: vatan
Tabutun: Cihan
Düşünüp övün
Yaşıyor ünün.
Eşit olduğun
Şu güneş: Tuğun
Tabutun: Vatan
Mezarın: Cihan
Adı yok yiğit!
Ebedi şehit!..
Mehmetçik gözünü kırpmadan şehit düşen vatan evladıdır. Bir yabancı, İtalyan araştırmacı Anna Masala’nın Türkiye’ye Aşk Mektuplarım adlı eserinde (s.17-18) Mehmetçik için söyledikleri Türk askeriyle uğraşanlara bir cevaptır sanırım:
“Mehmetçik demek Türkiye demektir. İsmi Türk milletinin sembolüdür ve Türk tarihihih sayfalarını doldurur. Malazgirt savaşından beri Alpaslan’ın askeriyle Türk milleti, Akdeniz tarihine girmiştir. Bütün memleketlerde bir meçhul asker abidesi vardır. Gezdiğim yabancı ülkelerde de aynı şeyleri gördüm. Doğduğum Roma şehrinde de büyük bir meçhul asker abidesi vardır. Ama bana sorarsanız Ankara’daki Anıt Kabir’in dışında hiç bir tanesi Afyonkarahisar’daki kadar güzel değildir.....Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda son darbenin vurulduğu Dumlupınar’a zaferden sonra dikilen “Meçhun Asker Abidesi’nde Mehmetçiği temsil eden Meçhul Asker’in künyesi Edip Ali Baki tarafından yazılmıştır. Künye şöyledir:
Adı: Mehmetçik
Soyadı: Yenen er
Baba adı: Türk
Ana adı: Türkiye
Sanatı: Askerlik
Doğumu: Tarihten önce
Ölümü: Yoktur!
1964’te 20 yaşında şehit düşen Kıbrıs Türk gençlerinden şair Süleyman Uluçamgil’in “Günaydın Son Gülüşünü Ölüme Saklayanlar” şiirinin dizeleriyle bugünkü yazımızı kapatalım:
Soylu gülüşlerinde
Susarak ölmedi
Susarak ölmedi Sermetler İbrahimler
Yağmurun ve gözyaşının ezgisinde Şerife nine
Eve gidercesine gün batımında
Doğumunda günaydın der gibi birbirimize.
Günaydın destanı özgürlüğün ev içleri
Günaydın Memet dayı
Günaydın Ulus, Kubilay
Günaydın
Günaydın Türk bayrağı.