banner564

Bir anının anısı: İstanbul’dan kaçış

Havaalanında, son güvenlik kontrolünden geçip bekleme salonundaki koltuklardan birine oturunca sağ işaret parmağımın sızlamakta olduğunu fark ettim.
Sabahleyin ekmeği kızartıcıdan çıkarırken parmağımı yaktığımı hatırladım. Unutmaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Her şey gibi, zamanla geçecekti.
Kitabımı çıkartıp bitirebilir, bilgisayarımı açıp iletilerime bakabilirdim, ama ikisini de yapmadım. Canım okumak, yazmak, hatta düşünmek istemiyordu. Aklımın çeşmesi olsa, açıp içindekileri boşaltırdım.
Salon, tatil için Ada’ya giden yaşlı İngilizlerle doluydu. Arka cepleri fermuarlı, kemersiz  pantolonlar, ütüsüz gömlekler, modası geçmiş kazaklar, rengi solmuş etekler ve bluzlar ihtiyarlığa teslim olmanın nişanı gibiydi.
Onlar kadar yaşlı olmak, artık hiçbir şeyin daha iyi olmayacağını bilmek nasıl bir şeydi?
 *
İnce, uzun bacaklı bir hostes, havada pahalı parfümünden bir patika bırakarak uçağın önüne doğru yürüdü.
Koridorun diğer yanındaki koltuğa ayakkabılarını çorapsız giymiş kır saçlı bir adam oturdu. Kollarını kavuşturdu, gözlerini kapadı, dudakları bir duayla kıpırdamaya başladı.
 
Birkaç sıra önde genç bir kadın tarak yaptığı parmakları ile uzun saçlarını tarayıp duruyordu.
Havalanınca, koltukların arkasındaki ekranlarda, uçağın altındaki manzara göründü. Deniz, adalar, şilepler, tankerler, evler. Sonra bulutlar. Bulutlardan çıktığımızda evler ufalmış, yeşiller genişlemişti. Sonra kamera kapandı ve ekrana uçuş bilgileri yansıdı.
Hızla yükselen uçağı çevremde hissettim, motorları, gövdenin hafif titremelerini, kanatların sağa sola eğilmesini, konserve havayı, koltuklarına bağlı pek çok tanımadık insanın varlığını.
Dışarıda güneş battı.
Uçak artık düz bir çizgide uçuyordu. O kadar sarsıntısızdı ki, yerde gibiydik.
*
İstanbul’dan ayrılmadan bir gün önce ondan bir ileti almıştım. “Rüyalarımı hep merak ederdin onun için dün gece gördüğüm rüyayı sana anlatmak istiyorum.  Rüyamda İngiltere Kraliçesi, sen ve ben polo maçı seyrediyorduk. Başımda kocaman bir şapka vardı. Keşke rüyalarım gerçek, hayatım rüya olsa. Çok daha eğlenceli ve dolu dolu bir yaşantım olurdu.”
Taksi durağında ayrılmamızdan sonra, ondan ilk defa haber alıyordum. Oysa o ayrılış son olacaktı.
Her ilişki yüktür.
 
Ayrıldıktan birkaç gün sonra keyfim yerine gelir gibi oldu. “Belki böylesi daha iyi,” diye düşündüm. Gene çift olmak, bir kadını bütün denklemlerimin bir parçası haline getirmek, sürekli memnun tutmak, ona sadık kalmak için başka kadınlarla arama duvar çekmek zorunluğu kalkmıştı.
“Biraz özgürlüğümün tadını çıkarayım,” diye düşündüm.
Ama bu duygu da uzun sürmedi. Aşk, özünde, bir başkasına duyulan tatmin edilmemişbüyük bir istektir. Onu özlemeye başladım. Hafiflememiştim,  boşalmıştım. Onsuz hayat neşesiz, eksikti.
Gene de,  “Onu unutmalıyım,” diye düşündüm.
Cevap vermemeyi düşündüm. Cevabım ne olursa olsun ilişki yeniden başlayacak, yeni bir hayatın eşiğini aşarken onu da yanımda götürecektim.
Ama ne olarak?
En iyisi sessiz kalmaktı, ama dayanamadım. Bilgisayarımı açıp şu ukalaca cevabı yazdım:
 “ ‘Bir rüyanın rüyasında gördüğü rüyayız,’ diyenler var. Eğer bu doğruysa, uyanıkken de, rüya görürken de rüyadasın. Her ikisinin de keyfini çıkar.”
Ama, domuzluğumdan, ne boşandığımı ne de bir daha dönmemek üzere Ada’ya gidiyor olduğumu yazdım.
*
 
Duvardaki delikten, yürüyen banda ilk benim valizim düştü. Yolcu bekleyen kalabalığın arasından geçip araba parkına yürüdüm. Eşyalarım arkadan kargo ile gelecekti. Alandan eve taksi ile gitmeyi sevmediğim için arabamı evinin önünden alarak parka bırakması içinşoför tutmuştum. Havaalanı ve uçak yolculuğu, başka insanlarla bir arada olma kapasitemi tüketiyordu. Taksiye binsem, iple çektiğim tek başına olma durumunu bir süre daha ertelemek zorunda kalacaktım.
Araba kilitli değildi. Kontak anahtarını ve park biletini paspasın altında buldum. Camı indirdim. Yol tenha olduğu için yarım saatte evdeydim.
Bahçede olmak için sabırsızlanıyordum.
Bavulumu alt katta bıraktım, el fenerini aldım, bahçeye çıktım. Bildik, serin, kokulu havayı içime çektim. Çiçeklere basmamaya özen göstererek, portakal ağaçlarının olduğu yere kadar yürüdüm. Birkaç portakal koparıp çamın altındaki banka oturdum. Derin bir nefes aldım. Gevşemeye başladım. Tırnaklarımı portakalın kabuğuna geçirip kabuğunu soydum.
Yaprakları hışırdatan bir esinti vardı. İleride bir yerlerde bir baykuş uzun uzun çığlık attı.
Gözlerim karanlığa alışmıştı, dönüşte feneri yakmadım. Kapıyı ardımdan kilitledim. Alt kattaki banyoda dişlerimi fırçaladım. Bavulu açmadan aşağıda bıraktım. Yarın hallederdim. Işıkları yakmadan üst kata çıktım. Pencereleri açtım. Soyunup yattım.
 
İçim boştu: Ne mutlu ne mutsuz.
Hemen uyudum.
YORUM EKLE

banner471

banner474