banner564

Birinci gün

Bayramın birinci günü. 
Gürültüsüz bir güne uyandım. 
İki fincan çay, iki dilim ballı ekmek ve peynir ve şapka ve değnekten sonra kapıyı çekip kendimi dışarı atıyorum. 
Dünya kadar vaktim var ama sabırsızım. Ayakkabılarımın bağlarını bağlamadan çıkıyorum dışarı. Bir an önce burada değil orada olmak istiyorum.
“Nereye?” diye soruyor, neredeyse benim kadar yaşlı olan dostum Suzuki. (Arabaların insan yaşını bulmak için, kedilerinki gibi beş ile falan çarpmak lazım.)
“Ormana!”
“Direksiyona dokunmana gerek yok,” diyor. “Yolu ezbere biliyorum. Arkana yaslan ve keyfine bak.” 
Adı bayram ama bir bayram, panayır, karnaval falan havası yok. Sokaklar boş. Ne neşeli kalabalıklar var ne bayramlıklarının içinde oynayan çocuklar ne de pencerelerden dışarı dökülen yüksek sesler ve kahkahalar. 
Hayat yorgunluğu, uykuya doyulmadan uyanılan sabahların, eve götürülen yetersiz maaşların tatsızlığı mı havayı daraltan? 
Sonra bir köyden geçerken şık bir genç kadın görüyorum. Çocuğunu koltuklarının altından tutmuş arabasındaki çocuk sandalyesine taşıyor. Yanından geçerken parfümü burnuma geliyor. 
Arabayı geniş bir yol kenarına park ediyorum. Ayakkabılarımı bağlayıp yürümeye başlıyorum. 
Hayatım bu pandemi nedeniyle o kadar tekdüze oldu ki dün de bugün olabilir, yarın da.  
Bayram olduğu için eski bayram günleri ve o günlerin insanları hatırlanmak istiyor, ama kapıyı kapatıyorum. 
Düşünmek istemediklerimi düşünmemeyi öğrendim. 
 
Orman kanımla beraber vücudumda dolaşıyor: yaşı yok, güzel, her zaman kolları açık, canlıdolu.
Buralarda birlikte yürüdüğümüzde Espasito sesini çocuk sesine benzeterek bir çocuk şarkısı söylerdi beni güldürmek için. O aklıma geliyor.
 
Kestane, gürgen, palamut
Altı yaprak, üstü bulut
Gel sen burada derdi unut
Orman ne güzel, ne güzel.
 
Yirmi beş yıl kadar önce büyük bir yangın çıkmış, Beşparmak ormanının yarısını yakmıştı. Yangın batıda başlamış hızlı bir rüzgârın önünde dörtnala St. Hilarion Kalesi’ne yönelmiş, Girne-Lefkoşa yolunu atlamış, kilometrelerce ileride Girne-Havaalanı yolunu da geçip biraz daha yürüdükten sonra durmuştu.
Yangın yeri soğuyunca Türkiye’den tahtacılar gelmiş, çoğu kömürleşen çam ve servi ağaçlarını kesmişlerdi. Ardından gene Türkiye’den gelen işçiler Türkiye’nin yolladığı fidanları askeri bir sıra hâlinde yangın alanlarına dikmişlerdi.
Şimdi yürümeye başladığım yer, Girne-Havaalanı yolundan doğuya giden orman yolunun kenarı, nedense ağaçlandırılmamıştı. Ama şimdi ağaçlandırılan yerlerden daha yeşil, daha canlı, daha orman.   
Nedeni, oranın ağaçlandırılmasının doğa tarafından yapılmasıdır. Yanmayan orman, rüzgâr, kuşlar ve böcekler aracılığıyla yangın yerine tohum yollamış ve orasını eski hâline döndürmeye başlamıştı. Önce otlar ve kır çiçekleri çıkmıştı, ardından çalılar, onların da arkasında ağaçlar – çam, servi, çitlemit, sandal.
Tahrip edilen ormanı kendi hâline bırakırsanız yeniden orman olur. El ile dikilen fidanların ise üçte biri büyümeden kurur. Kendiliğinden oluşan orman daha doğal ve hastalıklara dayanıklıdır. 
 
Aslında kendi hâline bırakılan her yer orman olur.
Keşke olsa… 

YORUM EKLE
YORUMLAR
Ruh ikizi
Ruh ikizi - 3 yıl Önce

Doğa’ya, en büyük zararı insan veriyor. Nasıl Eşref-i Mahluk oluyor.

Faruk Ercan
Faruk Ercan - 3 yıl Önce

Esenlikler. Teşekkürler MM.

m.Şakir
m.Şakir - 3 yıl Önce

Bizim buralarda en yeşil ve en sakin yerler mezarlıklar. Ben şehrin curcunasını tercih ediyorum tabii ki ! :)))

Ege’de Bir Sahil Kasabası
Ege’de Bir Sahil Kasabası - 3 yıl Önce

“Düşünmek istemediklerimi düşünmemeyi öğrendim.” Harika! Keşke ben de öğrenebilsem.

banner608

banner473