
Doğu-Batı çatışması dediğimiz şey yeni değildir. Eski Yunan ile Perslerin (bugünkü adıyla İran’ın) dünyanın bu bölgesinde iki hâkim güç olduğu milat öncesi yıllarda başladı. O günlerin tarihi yazıldığında Yunan, Batı’yı ve “uygarlığı,” Persler, Doğu’yu ve “barbarlığı” temsil eder oldular.
Antik Çağ’da Yunan şehir devletleri zenginleşince Anadolu’nun Ege sahillerine, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarına yayıldılar ve oralarda bugün yıkıntılarını gördüğümüz yüzlerce şehir devleti kurdular.
Yunanlar Doğu’ya doğru yayılırken Persler de Batı’ya ilerlemekteydiler ve iki inatçı keçi gibi karşı karşıya geldiler. İlki, Perslerin Yunan’a saldırmasıyla Milattan Önce 490 civarında başlayan bu mücadelenin uzun bir öyküsü var.
Ben bu savaşların Yunan tarihçi ve feylesof Ksenofon’un (MÖ 431-354) Anabasis adlı kitabına konu olan bir kesitini anlatacağım.
Ksenofon, tahta geçen abisi II.Artaxerxes’e karşı ayaklanan Cyrus’un kuvvetlerine katılan on bin Yunan paralı askerden biridir. Cyrus çarpışmalarda öldürülür. Askerler komutanlarını da bir pusuda kaybeder. Bugün Irak’ta olan Babil’in seksen kilometre uzağında bulunmakta ve her yönden saldırıya uğramaktadırlar. Toplanırlar ve Perslerin idam ettiği beş generalin yerine yeni komutanlar seçerler. Ksenofon bunlardan biridir.
Teslim olmak yerine, savaşarak geri Yunan’a dönmeye karar verilir.
Ksenofon askerlere şöyle der: “Her kim ailesini görmek istiyorsa cesur bir asker olmalıdır. Kim hayatta kalmak istiyorsa zaferi hedeflemelidir. Kazananlar öldürür, kaybedenler öldürülür. Para sahibi olmak isteyenler girişeceğimiz savaşları kazanmaya gayret etmelidirler. Kazananlar sahip oluklarını muhafaza etmeye devam ederken yenilenlerin sahip olduklarını da alırlar.”
Bu konuşmadan sonra askerler yük arabalarını ve çadırlarını yakarlar ve gereksiz eşyalarını ateşe atarlar.
Ve askerlik tarihinin belki de en ünlü yürüyüşü başlar.
Mezopotamya, Ermenistan ve Kuzey Anadolu geçilir ve Yunan topraklarına ulaşılır.
Dağlar, ovalar ve nehirler aşarak ve neredeyse her adımda kendilerini topraklarında istemeyen, bugün artık olmayan milletlerle savaşarak ilerlerler.
Günde ortalama 25 kilometre yol alırlar. Ksenofon bazen bir haftada 250 kilometre kat ettiklerini yazar. Ele geçirdikleri köyler ve kalelerin gıda ambarlarını ve şarap mahzenlerini soyarak yaşarlar.
Bir yerde kadınlar onlara yakalanmamak için çocuklarını uçurumdan atar, sonra kendilerini kayalardan aşağı bırakır. Onları erkekleri izler.
Bin bir maceradan sonra Karadeniz sahillerine ulaşılır.
Kitabın en ünlü bölümünde denizi ilk defa bir dağın tepesinden gören askerler “Thalassa, thalassa,” (deniz deniz) diye bağırmağa başlarlar.
Öyle bir vaveyla koparırlar ki askerin arka safında olan Ksenofon baskına uğradıklarını sanıp yanlarına koşar.
Karşısındaki düşman değil, yolculuğun sonuna yaklaştıklarını haber veren denizdir.
Askerlerin Efes’te başlayıp Pers İmparatorluğu’nun kalbine giden ve oradan Karadeniz yoluyla Bizantium’a (bugünkü İstanbul) ulaşan 5,000 kilometrelik yolculuğu iki yıl sürdü (MÖ 401–399). Bu yolculuk, tarihin en olağanüstü direnç ve disiplin hikâyelerinden biridir.



Sayın Turkish power, bir yazarın yazısını eleştirirken galiba iki yol izlenebilir: birincisi yazıda maddi hatalar varsa doğrusunu göstermek, ikincisi de yazıdan hoşlanırsanız “beğeni” ifade etmektir. Yazara “şunu niye böyle yazdın, şunu neden yazmadın?” demek, basın özgürlüğünün temeline dinamit koymakla eş anlamlıdır. Hele Metin Münir çapında bunu söylemek, sanırım maksadın epeyce aşıldığını gösterir. Konuya biraz da bu açıdan bakmaya ne dersiniz?
Yukarıdaki notumda "Metin Münir çapında" ifadesi yerine "Metin Münir çapında birisine" demek istemiştim, düzeltiyorum