banner564

Guèbrou: Yurtsuz bir gezgin

Bazen kişi bilmediği insanlarla karşılaşmadan da tanışır. Ve ahbap olur veya adı olmayan bir ilişki içine girer. 


Benim Emahoy Tsegué-Maryam Guèbrou ile tanışmam böyle oldu. Guèbrou’nun adına yılın en iyi kitapları listesinde yer alan Ses İçinde Ses: Kulaklarımızı 20’nci Yüzyıl’a Açmak* kitabı hakkındaki yazılarda rastladım. 


Kitabın konusu, geçen yüzyılın ihmal edilen müzisyenleri ve bunların arasında Kate Molleson’un seçtiği 10 bestekârdır - bir yorumcunun sözleri ile “Çoğu, batılı, erkek ve beyaz olmayan ve hiçbir tarih kitabında isimleri geçmeyen.” 


Bunlardan biri, doksanlarında Kudüs’te bir Ortodoks manastırında yaşayan Guèbrou idi. Yazıda başkalarının da adı geçiyordu -  hiçbirini tanıyamadım - ama onlar yüze merdiven dayamamışlardı ve manastırda yaşamadıkları ve adları Emahoy Tsegué-Maryam Guèbrou olup açıkça Etiyopya’yı çağrıştırmadığı için o kadar ilgimi çekmediler. 

Guèbrou’nun adını yazınca Google’da karşıma başı beyaz bir tülbent veya eşarpla sarılı, parmakları bir piyanonun tuşlarında duran gülümseyen bir kadının fotoğrafı çıktı ve biraz daha aşağıda plağa doldurduğu piyano müziğinden örnekler… 

Daha önce duyduğum hiçbir müziğe benzemiyordu bu besteler. Klasik müzik ile Ortodoks kilisesinin ilahilerinin karışımı olan kısa piyano parçalarında, sanki yeryüzünden gelmeyen bir duruluk ve sükûnet, bir zaman dışılık vardı. Hemen yakaladılar beni.


1923’te doğan Guèbrou, çocukluğumda Habeşistan olarak bilinen Etiyopya’nın en kalburüstü ailelerinden birine aitti.  Altı yaşında kardeşi ile beraber yatılı okumak üzere İsviçre’ye yollandı. Orada ilk defa klasik batı müziği ile karşılaştı. Müziğe karşı olağanüstü bir yeteneği olduğu ortaya çıktı. İlk piyano konserini 10 yaşında verdi. 


1930’larda Addis Ababa’ya geri döndü. Yüksek sosyete hayatına karıştı. İmparator Haile Selassie’ye (1892-1975) şarkı söyledi. 


Yolu konser piyanistliğine çıkacak gibi görünüyordu ama bu yol Mussolini’nin 1936’da “İtalya’nın da Afrika’da sömürgeleri olmalıdır” ihtirası ile Habeşistan’a saldırmasıyla kapandı. Ailesinden üç kişi öldü. Kendisi bir süre temerküz kampında kaldıktan sonra Avrupa’ya döndü. 


Müzisyen olma kararlılığını kaybetmemişti. Yolu Kahire’ye çıktı ve orada ünlü bir Polonya’lı kemancıdan ders almaya başladı. Günde dokuz saat çalıştığı o günleri daha sonra “mutlu bir zaman” olarak hatırlayacaktı. Londra’daki Kraliyet Müzik Akademisi’ne burs kazandı ama gizli tuttuğu nedenlerle gitmesi engellendi. 


Sorulduğunda “Hayatın ne getireceğini her zaman seçemeyiz ama ne tepki vereceğimizi seçebiliriz,” dedi. 


Onun tepkisi manastıra kaydolmak ve rahibe olmaktı. On dokuz yaşında Etiyopya’da bir dağ başı manastırına kapandı, sonra Küdüs’teki bir Ortodoks manastırına. Konser piyanisti olamadı ama kendi müziğini bestelemeye girişti. Bunlardan on ikisi basıldı, fakat basılmayan veya bitirilmeyi bekleyen düzinelerce eseri var.


Bir eleştirmen onun müziğini “sonsuzluğun ses olarak tanımı” diye tarif ediyor. 


Guèbrou Kudüs’teki bir manastırda küçük bir hücrede yaşamını sürdürüyor ve birçok saatini hâlâ duvara dayalı piyanosunun önünde geçiriyor.


 “Tanrı’nın benim için iradesi budur,” diyor.


Kendi çaldığı The Homeless Wonderer (Yurtsuz Gezgin) parçasını dinlemenizi öneririm.


*Sound Within Sound: Opening Our Ears to the 20th Century
Yazan: Kate Molleson.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Faruk Ercan
Faruk Ercan - 1 yıl Önce

Şu an dinliyorum çok teşekkürler MM.

Rahmi aytaçoğlu
Rahmi aytaçoğlu - 1 yıl Önce

Teşekkürler Sayın Münir

Nick
Nick - 1 yıl Önce

Teşekkürler Metin Bey.

Bedri Kaymak
Bedri Kaymak - 1 yıl Önce

Dünyanın çirkinliklerinden uzak kalarak doğru bir iş yapmış.

PAKO ROJ
PAKO ROJ - 1 yıl Önce

Müzik olmasaydı; yeryüzü çöl olurdu. Renksiz, tatsız, tuzsuz bir çöl.

banner608

banner473