banner564

Hukuk, din ve ahlak

Leman adlı mizah dergisinde yayımlanan bir karikatürde bombalanan bir şehrin üzerinde Muhammed ve Musa adlı iki hayalî kişinin görüntüsünün yer alması sonrasında yaşanan müessif olaylar malum. Adı geçen derginin karikatürde İslam peygamberini resmetmek suretiyle ‘’toplumun dinî değerleri’’ni aşağıladığı iddia edilerek sorumluları ve çizerleri hakkında ceza soruşturması başlatıldı ve derginin toplatılmasına karar verildi.

Bu arada dergiden yapılan açıklamada karikatürün aslında İsrail tarafından öldürülen ve Muhammed adıyla sembolize edilen bir Müslümanın şahsında mazlum Müslümanlara yönelik İsrail saldırganlığını eleştirdiği ve bunun dini değerleri aşağılamakla hiçbir ilgisinin olmadığı belirtildi. Ne var ki, bu açıklama başta Anadolu Ajansı olmak üzere sorumsuz ve kışkırtıcı yayın yapan iktidar medyasını, dinci fanatikleri ve onları galeyana getirecek açıklamalar yapmaktan kaçınmayan AKP’li ve MHP’li politikacıları teskin etmedi.

Böylece provoke edilmiş, organize bir dinci kalabalık Leman dergisi binası önünde toplanarak ‘’Yaşasın Şeriat’’ sloganları altında tehditler savurdular. Bu arada, kendilerine ‘’Büyük Doğu Akıncıları’’ adı veren gruptan bir kişi ‘’Burası Müslüman Anadolu toprağı. Ya biz gideceğiz ya onlar gidecek. Ya onlar ölecekler ya biz öleceğiz. Biz onurla can vermeye de can almaya da hazırız’’ diye konuştu.

Kısaca, sözde protesto ettikleri karikatürü bile anladıkları kuşkulu bir kalabalık, siyasî destekçilerinin de koruması -ve belki de teşviki- altında ‘’bir bardak suda fırtına’’ kopardılar. Sonuçta bu gündem değişikliği siyasî iktidarın işine yaradı. Ama bu durum şaşırtıcı değil, çünkü bu iktidar koalisyonunun özellikle büyük ortağı ‘’dinî değerleri’’ koruma konusunda ne kadar istekli ve atılgan olduğu görüntüsü vermenin kendisine sağladığı politik avantajın bilincinde olduğunu şimdiye kadar birçok defa gösterdi.

Leman dergisine gösterilen aşırı tepkiyi ‘’bir bardak suda fırtına koparmak’’ diye nitelememi haklı gösteren iki neden var. İlk olarak, söz konusu karikatürden, üstelik dergiden yapılan aksi yöndeki açıklamaya rağmen, Müslüman çoğunluğun değerlerine hakaret edildiği sonucunu çıkarmak idrak yeteneksizliğinden değilse ancak kötü niyet eseri olabilir. Belli ki karikatürist, çizdiği resimlere Muhammet ve Musa isimlerini vererek Gazze halkına yapılan zulmün sadece Müslümanları değil aslında Yahudileri de yaralaması gerektiğine dikkat çekmek istemiş. Daha sade bir anlatımla, burada Müslüman Filistinliler ile İsrail’li Yahudileri ortak bir acıda birleştirmeyi amaçlayan bir sembolizm söz konusudur.  

İkinci olarak, karikatürdeki Muhammed isimli şahıs bir sembol değil de gerçekten Peygamberin resmi olarak düşünülmüş olsaydı bile, dinciler ile malum siyasilerin buna gösterdikleri tepki aslında ‘’bir bardak suda fırtına koparmaktır; çünkü iddia edilen yasağın dinî naslarda (Kur’an ve Sünnet’te) bir dayanağı olmadığı biliniyor. Yani, İslam peygamberinin resminin çizilmesinin İslama aykırı olduğu yaygın bir yanlış kanaatten ibarettir. 

Şimdi, siyasî iktidarın bu olayı kasıtlı olarak abarttığı açık ta, iş orada bitmiyor. Bu meselenin bundan bağımsız olan başka ve daha temel önemdeki bir yanı daha var ki asıl onun üzerinde durmak gerekiyor. O da dinî inançların, toplumsal moralitenin (‘’toplumun değerleri’’nin) veya saygı ve nezaket kurallarının hukuk aracılığıyla cebren uygulanıp inanmayacağı sorunudur. Bu sorunun kısa cevabı elbette ‘’hayır’’dır. Şimdi neden böyle olduğunu açıklayalım.

Din söz konusu olduğunda, en başta devletle dinin ayrılmasını öngören ‘’laiklik’’ adlı barış prensibi din kurallarının hukuk yoluyla topluma dayatılmasına izin vermez. Fakat devletle (ve dolayısıyla: hukukla) dinin ayrılığının zorunlu olmasının anlamı bu önermenin dogmatik anlam veya çağrışımından daha derindir. Çok kısaca belirtmek gerekirse, toplum belli bir dinsel inancı paylaşanların siyasî birliği değildir. Toplum çoğul bir formasyondur, farklılıkların barışçı birlikteliğidir. Dinsel inanış ve yaşayış pratikleri de bu çoğul yapının bir bileşenidir. Onun için toplum bir veya birkaç ilke veya amaca göre standardize edilemez.

Öte yandan, dinî inanış ve tercihler bireylerin özel yargı alanına aittir, devlet bu tercihleri hukuk yoluyla ne düzenleyebilir ne de bütün toplum için bağlayıcı genel bir norm haline getirebilir. Bu arada, devletin dinî inancı olamaz, dinî inanç sahibi olabilecek olanlar sadece bireylerdir. Bireylerin de bu konudaki tercihleri farklı farklıdır; kimileri x dinine kimileri y dinine inanır, kimileri bir Tanrı’nın varlığına inansa da belli bir tanımlanmış-kurumsal dine inanmaz, kimileri tanrı-tanımazdır, kimileri de dine veya dinlere karşı kayıtsızdır.

Bu çerçevede, din ile devletin (ve hukukun) ayrılığının arkasında yatan ana değer özgür ve çoğulcu bir toplum idealidir. Başka bir deyişle, laikliğin değeri toplumsal barışta olduğu kadar bireysel özgürlük ve özerkliktedir. Her bir birey hayatını nasıl yaşamak istediğini kendisinin belirleme ve bu çerçevede kendi amaç ve araçlarını serbestçe seçme dokunulmaz hakkına sahiptir. Kişilere hukuk aracılığıyla inanç, değer ve hayat tarzı dayatılmasının bu özgürlükçü ideale ters düştüğü açıktır.

Özgür toplum çoğulcu toplumdur. Toplumu oluşturan birey ve gruplar amaçları, değer ve idealleri ve çıkarları bakımından birbirlerinden farklılaşırlar; yani çoğulculuk toplum olarak var olmanın objektif bir özelliğidir. Hukuk toplumun bu çoğul yapısını tanımak zorundadır. Bu da hukukun bireysel yapılması-gerekenle bağlantılı olarak belli bir dinî inanca referans yapamamasını gerektirir. Aksi halde hukuk toplumu oluşturan dinî referansları ve hayat tarzları bakımından birbirinden farklılaşan birey ve grupların barış içinde bir arada var olmalarını sağlayamaz.

Aslında hukukun prensip olarak pozitif değil, negatif içerikli olması, yani bireylere amaç, değer ve ideal dayatmaması çoğulculuk için olduğu kadar özgürlük için de şarttır. Hukukun işlevi toplumda barış ve düzeni sağlamakla, bu arada öncelikle bireylerin birbirlerine zarar vermesini önlemekle sınırlıdır.

Dinle bağlantılı olarak özetlediğim esasların aynısı toplumsal moralite ve nezaket kurallarıyla ilgili olarak ta geçerlidir. Hukuk ‘’toplumun değerleri’’ni bireylere dayatan veya onları cebren uygulayan bir sistem olamaz. Esasen, Joseph Raz’ın belirttiği gibi, büyük bir modern toplumda böyle herkesin paylaştığı geniş bir ahlâkî kurallar manzumesinin var olduğu düşüncesi bir efsaneden ibarettir. Zaten azınlıkların bastırılmasını en fazla mümkün kılan da bu ‘’ortak moralite’’ mitidir. Bu nedenle, mahkemelerin kararlarını somut olarak haklılaştırmak yerine, ortak amaçlar ve toplum değerleri retoriğine referansla karar vermeleri yanlıştır. Zaten hâkimler böyle yaptıklarında, açıkça itiraf etmeseler de, gerçekte kendi kişisel değer yargılarına veya kendilerinin de paylaştıklarına grubun moralitesine dayanıyorlardır.

Belirttiğim gibi, hukukun esas işlevi neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin özel yargılar alanı anlamında ahlâkı veya toplumun varsayılan ortak moralitesini normlaştırmak değil, bireylerin özgürlük ve haklarını tanıyıp korumak ve fizikî güç kullanımını önlemek suretiyle toplumda barış ve düzeni sağlamaktır.  Büyük hukukçu Herbert Hart’ın işaret etmiş olduğu gibi, bir toplumun [bu arada Türkiye toplumunun da] muhafazası hukukun sözde ‘’toplumun değerlerini’’ cebren uygulamasına bağlı değildir. Bırakınız bu değerlerin cebren uygulanmasını, bireylerin ‘’toplumun değerleri’’ne saygı duymak diye bir hukukî yükümlülükleri de yoktur. Medenî bir toplumda hukuk bireyleri şu veya bu kişi, değer veya sembollere saygı göstermeye zorlayamaz; böyle bir şey ancak totaliter sistemlerde söz konusu olabilir.

Onun için, bireylerin ‘’kendi kanaatleri ne olursa olsun, toplumsal değerleri rencide etmemek gibi hem ahlaki hem hukuki yükümlülük altında’’ olduklarını söylemek dayanaksızdır. Başkalarının değerlerine saygısızlık etmemek, içinde bulunulan şartlara bağlı olarak bazen gerekli veya tavsiyeye şayan bir durum olabilir; ama bundan bireylerin -başkalarının haklarını çiğnemekten kaçınma yükümlülüğü dışında- başkalarının veya ‘’toplumun değerleri’’ne saygı gösterme hukukî yükümlülüğü altında oldukları sonucu çıkarılamaz. 

Bunun gibi, hukuk başkalarına somut zarar vermeyen bireysel ahlakî tercih veya pratikleri yasaklayamayacağı gibi, bireysel tercihleri yahut belli bir kültürel gruba özgü ahlâkî normları bütün bir toplum için bağlayıcı hukukî normlara da dönüştüremez. Hukukileştirilebilecek olan ahlâkî ilkeler insanî, medenî ve barışçı bir varoluşun evrensel gereklilikleriyle, başka bir deyişle, insan doğasının temel özelliklerinin veya “doğal zaruretler”in dayattıklarıyla sınırlı olmak zorundadır.  

Kısaca, dincilerin şu prensibi artık içselleştirmeleri şart olmuştur: Saygı ve sevgi gönüllü olur; hukuku kullanarak insanlara ne saygı, ne ahlâk, ne de din dayatabilirsiniz! Size saygı duymadıkları için -sırf bunun için- de insanları cezalandıramazsınız.

Ha bir de saygı dediğin karşılıklı olur; inancına, dünya görüşüne ve hayat tarzına saygı duymadıklarınızdan size saygı duymalarını bekleyemezsiniz!

YORUM EKLE

banner608

banner473