Dört yıl kadar önce, bir yaz sonuna doğru, İrfan Kocabıyık’la Karadeniz kıyısındaki Kurna Köyü’nde yalnız yaşadığı evinin geniş arazisinde geziniyorduk.
Yan yana üç sığla ağacının önünde durdu. “Bu üç ağaç diğerlerinden erken yapraklarını dökecek” dedi.
“Nereden biliyorsun?”
“Bana söylediler,” dedi, “Benimle konuşuyorlar.”
“Sen kafayı yemişsin,” dedim.
Bu olaydan bir süre sonra İrfan bir gece, bahçeye gökten mavi bir ışık indiğini gördü. Minare büyüklüğündeki ışık, fırıl fırıl dönüyormuş. Şaşkınlık ve huşu içinde ve biraz da korkuyla ışığı seyretmiş.
“Sen iyice kafayı yemişsin” dedim.
Acaba gerçekten kafayı yemiş miydi?
Bunu o da merak ediyordu. Bir din adamına gitti. Bahçeye inen mavi ışığı anlattı, ne anlama geldiğini sordu.
“Sana bir mesaj yollandı,” dedi, din büyüğü. “Ama sen ne olduğunu anlamadın. İyi ki anlamadın.”
Ünlü bir psikoloğa gitti. Başına gelenleri anlattı ve aklını kaçırmış olma ihtimali olup olmadığını öğrenmek istediğini söyledi.
Sordu: “Aklımı kaçırıp kaçırmadığımı kaç seansta öğrenebilirsiniz?”
“On seansta,” diye cevap verdi doktor.
Ama beşinci seanstan sonra, “Sizin bir şeyiniz yok. Akli melekeleriniz tamamen yerinde” dedi. “Ağaçlar sizinle konuşmuşsa konuşmuştur. Mavi ışık gördüyseniz de görmüşsünüzdür.”
Bir gün gene İrfan’la Kurna’daki evinde idik.
Yanan ateşin karşısındaki L şeklindeki koltukta oturuyorduk.
Pencereden, yapraklarını diğerlerinden erken dökmüş, konuşan üç sığla ve mavi ışığın indiği yeri görüyorduk.
İnsanların ilk ateş yakıldığından beri seyretmekten en çok zevk aldıkları şeylerden biri olan alevleri seyrederek ve ilk duyduklarından beri duymaya bayıldıkları çıtırtıları dinleyerek ısınıyorduk.
Çıtırtıların, konuşan ağaçların veda sözleri, durdukları yerde biriktirdikleri akıl mesajları olabileceğini hiç düşünmüş müydü?
Dumanı derin derin içine çekip füüü diye üfleyerek, pipo içiyordu.
“Şimdi ben ne yapacağım?” diye sordu.
“Bir şey yapmana gerek yok” dedim. “Konuştukları sürece ağaçları dinle. Eğer yeniden mavi ışık inerse keyfini çıkart.”
Ama bir şey eksikti. Veya bir sorun vardı.
Delirmiş olsaydı, deneyimlediklerini, hakiki bir etki olmadan duyu organlarının tembih almış gibi çalışmasına verebilecekti. Keçileri kaçırmış birinin bu şekilde mantıklı düşünebileceğini farz edebilirsek.
Ama delirmediğine göre, duyduklarını duymuş ve gördüklerini görmüş olmalıydı. Mazereti yoktu: Sadece kendisinin başına gelen ve daha önce hiç kimsenin yaşamadığı bir hadiseyle tek başına idi.
Bu ise delirmekten daha zor bir şeydi.
*
Bu garip olayı Milliyet’teki köşemde isim vermeden yazmıştım. İrfan geçenlerde vefat ettiğinde hatırladım. Ve onu sevenlere hatırlatmak istedim. Başkasına anlattı mı, bilmiyorum.
Olayın nereye gittiğini İrfan’a sormadım, o da bir daha açmadı.
Keşke sorsaydım…
O kadar yazınız bence ağaçların sizinle de konuştuğunu göstermiyor mu Metin Bey? Yoksa ağaçlar hakkına çok az kişinin bilebileceği şeyleri nereden bileceksiniz? Bence mavi ışığı da görmüş olanlardansınız. Ama ara ara yazılarınızda o konunun etrafında dolaşmakla yetiniyorsunuz. Belki de okurlarınızın daha fazlasını, daha açığını yanlış anlayıp çiğ ve sıkıcı tepkiler vermesiyle uğraşmak istemediğinizdendir. (Belki benim bu yazdıklarım da yanlıştır.) Saygılarımla.
Hasan Hüseyin Bey, Yavuz Bey yazar hakkında fikir üretirken “belki de” demiş ve kendi fikrini yazmış. Bir daha okuyunuz, sonra bir kere daha.
Fikir ozgurlugu: SADECE KENDİ fikrini soyleme ozgurlugudur. Baskalarinin ne dusundugunu ne hissettigni degil.
"Metin bey mavi isigi da gormus, agaclarla konusuyor" vesayre vesayre, size dusmez bunlari soylemek.
Hasan Hüseyin Bey, canınız mı sıkılıyor?
Sayin Yavuz, lutfen sadece kendi fikirlerinizi yazin, baskalarinin ne dusundugunu ne hissettigini birakin kendileri anlatsin. Tesekkurler.