banner564

Konuşan sığlalar ve bahçeye inen mavi ışık

Bir yaz sonuna doğru, yalnız yaşadığı evinin geniş arazisinde bir arkadaşıyla beraber geziniyordu.
 
Yan yana üç sığla ağacının önünde durdu ve “Bu üç ağaç diğerlerinden erken yapraklarını dökecek,” dedi ona.
 
“Nereden biliyorsun?” diye sordu arkadaşı.
 
“Bana söylediler,” dedi, “Benimle konuşuyorlar.”
 
“Sen kafayı yemişsin,” dedi arkadaşı.
 
Bu olaydan sonra bir gece, bahçeye gökten mavi bir ışığın indiğini gördü. Minare büyüklüğündeki ışık, fırıl fırıl dönüyordu. Şaşkınlık ve huşu içinde ve biraz da korkuyla ışığı seyretti.
 
Bahçesine mavi bir ışığın indiğini de, üç ağacın yapraklarının diğerlerinden önce döküleceğini söylediği arkadaşına anlattı.
 
“Sen iyice kafayı yemişsin,” dedi arkadaşı.
 
Bir din adamına gitti. Bahçeye inen mavi ışığı anlattı, ne anlama geldiğini sordu. “Sana bir mesaj yollandı,” dedi, din büyüğü. “Ama sen ne olduğunu anlamadın. İyi ki anlamadın.”
 
Gerçekten kafayı yemiş miydi?
 
Ünlü bir psikoloğa gitti. Başına gelenleri anlattı ve aklını kaçırmış olma ihtimali olup olmadığını öğrenmek istediğini söyledi. Sordu: “Aklımı kaçırıp kaçırmadığımı kaç seansta öğrenebilirsiniz?”
 
“On seansta,” diye cevap verdi doktor.
 
Ama beşinci seanstan sonra, “Sizin bir şeyiniz yok. Akli melekeleriniz tamamen yerinde,” dedi doktor. “Ağaçlar sizinle konuşmuşsa konuşmuştur. Mavi ışık gördüyseniz de görmüşsünüzdür,” dedi.
 
Pencereden, yapraklarını diğerlerinden erken dökmüş, konuşan üç sığla ve mavi ışığın indiği yeri görüyorduk.
 
Yanan ateşin karşısındaki L şeklindeki koltukta oturuyorduk.
 
İnsanların ilk ateş yakıldığından beri seyretmekten en çok zevk aldıkları şeylerden biri olan alevleri seyrederek ve ilk duyduklarından beri duymaya bayıldıkları çıtırtıları dinleyerek ısınıyorduk.
 
Çıtırtıların, konuşan ağaçların veda sözleri, tohumdan kesilinceye kadar durdukları yerde biriktirdikleri akıl mesajları olabileceğini hiç düşünmüş müydü?
 
Dumanı derin derin içine çekip füüü diye üfleyerek, pipo içiyordu.
 
“Şimdi ben ne yapacağım?” diye sordu.
 
“Bir şey yapmana gerek yok,” dedim. “Konuşmaya devam ettikleri sürece ağaçları dinlemeye devam et. Eğer yeniden mavi ışık inerse keyfini çıkart.”
 
Ama bir şey eksikti. Veya bir sorun vardı.
 
Delirmiş olsaydı, deneyimlediklerini, hakiki bir etki olmadan duyu organlarının tembih almış gibi çalışmasına verebilecekti - keçileri kaçırmış birinin bu şekilde mantıklı düşünebileceğini farz edebilirsek.
 
Ama delirmediğine göre, duyduklarını duymuş ve gördüklerini görmüş olmalıydı. Mazereti yoktu: Sadece kendisinin başına gelen ve daha önce hiç kimsenin yaşamadığı bir hadiseyle tek başına idi.
 
Bu ise delirmekten daha zor bir şeydi.
 
(Ben Bir Hiçim adlı basılmamış kitaptan)

YORUM EKLE

banner608

banner473