Geçen yüzyılın önde gelen özgürlükçü düşünürlerinden Murray Rothbard (1926-1995) ‘’Devletin Anatomisi’’ (1974) adlı ünlü denemesinde 20. yüzyılda devlet gücünün toplumsal gücün önüne geçtiğini ve bunun sonucunun da topyekûn savaşlar ve devlet yıkıcılığı olduğunu yazmıştı. Bu vesileyle, 20. yüzyılda devletler tarafından çeşitli şekillerde öldürülen insan sayısının 150 milyona ulaştığını ve kendi devletleri tarafından öldürülen insan sayısının devlet-dışı faillerce öldürülenlerin dört buçuk katı olduğunu hatırlayınız.
Rothbard’a göre devlet yaygın olarak düşünüldüğü gibi ‘’sosyal sözleşme’’ ile yaratılmış olmayıp, fetih ve sömürüden doğmuştur. Devlet, yağmacılığı belli bir ülke üzerinde sistemli hale getirmiş olan ve cebir yoluyla ayakta tutan bir kurumdur. Kısaca devlet asalak bir sınıf lehine özel mülkiyetin yağmalanmasını amaçlayan yasal, düzenli ve sistematik bir mekanizmadan ibarettir.
Yazıya Rothbard’la başladıysam da, sözü asıl modern devlet ile totaliterizmin bağlantısına getirmek istiyorum. Siyaset bilimi alanında çalışan yazarlar gelişmiş iletişim ve gözetim teknolojisinin totaliterizmin 20. yüzyılda ortaya çıkmasını kolaylaştırdığını vurgulamış veya ima etmiş olmakla beraber, totaliterliğin modern devletin mahiyetiyle doğrudan ilişkili olduğunu onların çok azı fark etmiştir. Bunun gibi, ekonominin devletçe kontrolünü totaliter devletin bir unsuru olarak isabetle teşhis etmiş olan bu konuda çalışan siyaset bilimcilerinin çoğu bunu arızî bir durum olarak görmüş ve devletçi ekonominin veya ekonomik hayatın devletçe aşırı düzenlenmesinin aslında toplumun veya ‘’toplumsal güc’’ün kontrolü anlamına geldiğini klasik-liberal ve liberteryen yazarlar dışında fark eden pek olmamış görünmektedir.
Şimdi anlatmak istediğim şu: Totaliter rejimler hakkında 20. yüzyılın ikinci yarısında oluşan literatür bu rejimleri konjonktürel nedenlerin uyardığı ama aslında kurucu ideolojilerinin ‘’totalci’’ doğasından kaynaklanan istisnaî bir fenomen olarak görmüş, ama bu olgu ile modern devletin doğası arasındaki daha genel bağlantıyı göz ardı etmiştir. Bu yanlış veya kusurlu teşhis aydınlarıyla birlikte Batılı halkları altında yaşadıkları rejimlerin ‘’özgürlükçü-çoğulcu’’ mahiyeti sayesinde totaliterizm illetinden muaf oldukları düşüncesine götürmüştür. ‘’Hür dünya’’nın sâkinlerinin bu şekilde hallerine şükretme psikolojisine sürüklenmeleri modern devletin doğasından kaynaklanan daha genel bir tehlikenin görülmesini engellemiştir.
Bu tehlike kısaca şudur: Modern devlet bünyesinde güçlü bir totaliterlik potansiyeli taşımaktadır. Bu tehlikenin, biri devletin ‘’modern’’ niteliğinden, diğeri onun bir ‘’ulus-devlet’’ olarak örgütlenmiş olmasından kaynaklanan iki kaynağı vardır. Bu iki unsuru kısaca açıklayalım.
Önce şunu belirtmek gerekir: Modern devlet insanlık tarihinin ezelden beri gelen evrensel bir gerçeği değildir. Bu nevzuhur siyasî örgütlenme biçimi 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkmış olup modern çağ öncesindeki siyasî birlik tarzlarından tamamen farklı bir gerçekliktir. Başka bir deyişle, ‘’erken devlet’’, site-devleti, imparatorluk, Orta Çağın şehir cumhuriyetleri gibi eski siyasî örgütlenme tarzlarından hiçbiri ve feodalizmin dağınık siyasî yapısı modern devlet kadar muazzam bir güç temerküzü ve toplumsal-siyasal kontrol sağlayabilmiş değildi. Bu demektir ki, ‘’modern devlet’’ terimindeki ‘’modern’’ sıfatı aslında bir fazlalıktır, çünkü eski siyasî birlik biçimlerinin hiç biri bugün bizim bildiğimiz anlamda devlet değildi.
Merkeziyetçi-bürokratik bir kurumsal örgütlenme özelliği gösteren modern devleti karakterize eden diğer özelliklerin arasında doğrudan yönetim, kapsayıcılık, düzenlemecilik ve tekelci egemenlik gibi unsurlar yer almaktadır. Eski siyasî birlik biçimlerinin hiçbiri kendi otoritesi altında olanlarla doğrudan bir temas ve ilişki içinde olmayıp, onlar tebaalarını aracılar yoluyla, yani dolaylı olarak ‘’yönetiyor’’lardı. Aslında eski sözde devletlerin tebaalarını bugünkü anlamda ‘’yönettikleri’’ bile söylenemezdi. Oysa modern devlet herkesin hayatına doğrudan doğruya müdahildir, bireysel hayatları kontrol etmektedir. Devlet toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiştir.
Öte yandan, devletin ‘’görev alanı’’nı son derece genişletmiş olması ve toplumsal hayatın her alanını çoğu zaman ayrıntılı olarak düzenlemesi yüzünden modern yurttaşlar her bakımdan devlete bağlı ve bağımlı durumdadırlar. Devletin düzenleme tutkusu insanların geçim kaynak ve yöntemlerini, yani iktisadî etkinliklerini belirlemeye veya kontrol altında tutmaya kadar uzanmış durumdadır. Bunun bir sonucu olarak, devlet modern aynı zamanda yurttaşlarının zoraki velinimeti durumundadır.
Başka bir önemli fark, eski siyasî birlik biçimlerinin bugünkü anlamda tekelci-egemen yapılar olmamalarına karşılık, modern devlet sınırları belli bir alanda (‘’ülke’’de) tek ve tekelci egemen konumundadır. ‘’Egemenlik’’ kavramının kendisi de zaten modern bir icattır. Tekelci egemenlik eskiden var olmayan yurttaşlık kavramını, yani yurttaşların devlete tekelci tabiiyetini de beraberinde getirmiştir. Modernlik öncesinde bilinmeyen ama bugün insanların hayatının olağan bir gerçeği olan kimlik kartları, pasaportlar ve vizeler işte bu zeminde ortaya çıkmıştır. Oysa modernlik öncesinde, hatta 19. yüzyıla kadar, insanlar farklı ‘’ülkeler’’e serbestçe seyahat edebiliyorlardı, o kadar ki savaş hali bile genellikle buna engel değildi. Bu arada, modern devletten önce düzenli ordular ve zorunlu askerlik te yoktu.
Nihayet milliyetçilik ideolojisinin etkisiyle ulus-devletin bu denkleme girmesi modern devletlerin totaliterlik potansiyelini daha da artırmıştır. İnsanlığın özellikle 20. yüzyıldaki tecrübesi milliyetçiliğin halkların dünya üzerindeki insanî ve medenî varoluş imkânının önündeki en büyük engellerden biri olduğunu göstermiştir. Milliyetçiliğin en başta komüniteryen ethosu bireyin kollektif varoluşa teslim olmasını, ulusal varoluşun ve ‘’ulusun devleti’’ önünde diz çökmesini talep eder. Aynı ethos devletçi seçkinlerin ‘’ulusal çıkar’’ veya ‘’ulusal dava’’ olarak kurguladıkları kuşkulu hedefler uğrunda bütün bir toplumun seferber edilmesini ve devletle kaynaşmasını kolaylaştırır.
Milliyetçilik öte yandan devlet(iy)le özdeşleştirdiği ulusu kapalı bir cemaat (gemeinschaft) olarak tasarlaması bakımından da özgür toplum idealiyle bağdaşmaz. Bu bağdaşmazlığın kendisini gösterdiği en çarpıcı örnekler arasında, toplumla devlet arasındaki bağa duygusal bir unsur katılmasının da etkisiyle, yurttaşlığın soydaşlıkla özdeşleştirilmesinin ima ettiği dışlayıcılığın tetiklediği modern zamanların soykırım ve etnik temizlik gibi büyük günahlarıdır.
Milliyetçilik ve ulus-devlet adına bundan daha fazla endişe etmemiz gereken ne olabilir ki!