banner564

Refah devleti o kadar masum değil: Danimarka örneği

‘’Refah devleti’’ modern Batılı demokrasiler için bir normdur. Nitekim bugün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki ulus-devletlerin hemen hemen hepsi aynı zamanda birer refah devleti veya sosyal devlet olarak örgütlenmişlerdir. Fakat refah hizmet ve yardımlarından yararlananlar görmek istemeseler de refah devleti olmanın özgür toplum ideali için çok ciddî maliyetleri de vardır. 

Bu yazıda ‘’maliyet’’ derken kastettiğim, şimdiye kadar zaten çokça gündeme getirilmiş olan ‘’yeniden-dağıtım’’ politikalarının yarattığı adaletle ilgili sorunlar değildir. Refah politikalarının en az bunun kadar önemli olan başka bir maliyeti veya bedeli de ‘’yabancı düşmanlığı’’dır. Malum, Batılı toplumlar yararlandıkları refahı şu veya bu nedenle ülkelerinde bulunan yabancılarla paylaşmak istemiyorlar. 

Refah devletleri, milliyetçiliğin ve kültürel üstünlük algısının da etkisiyle, sağladıkları refah konforundan münhasıran kendi yurttaşlarının yararlanmasını garanti edecek politikalar takip etmektedirler.  Yabancı göçmenlerin ve sığınmacıların kendilerine sadece iktisadî maliyetinden değil, aynı zamanda ‘’kültürel maliyeti’’’nden de ürkmektedirler. Bu ülkelerin birçoğunda evrenselci ve insaniyetçi-kozmopolitan insan hakları söyleminin arkasında, kültürel milliyetçilik kaygılarına ek olarak, kendine yeterlik eğilimi ve ustaca saklanmış bir yabancı karşıtlığı yatmaktadır. 

Danimarka refah devleti bu sapmanın çok ilginç bir örneğini oluşturmaktadır.  Danimarka’nın ülkedeki yabancı kökenlileri sözde genel toplumla bütünleştirmek için uygulamakta olduğu ve insan hakları, kültürel çeşitlilik ve hoşgörü açısından skandal denebilecek nitelikteki bir politikaya dikkat çekmek istiyorum.  Bu yazıdaki ilgili verileri güncel bir makalesinden aldığım Alyssa Serebrenik’in ‘’Danimarka Refah Devletinin Karanlık Yanı’’ olarak nitelendirdiği bu ayrımcı politikanın özünde -yine onun deyimiyle- ‘’demografik mühendislik’’ yatmaktadır. 

Arkasındaki yasal düzenlemelerle birlikte, ülkede yerleşik olan ve etnik kökeni bakımından ‘’Batılı olmayan’’ kişilerin (başlıca Türkiye, Lübnan ve Somali’den göç etmiş olanlar ki bunların içinde Danimarka’da doğmuş veya 2 veya 3 nesil yurttaş olanlar da vardır) çoğunluğu oluşturduğu ve gelir düzeyi düşük işsizlik oranı ise yüksek olan mahalleleri hedef alan bu nüfus mühendisliği bizim tek-parti dönemindeki etnik Türk olmayanların ‘’cebrî iskânı’’ politikalarına benzemektedir.

Bugün Danimarka’da genellikle düşük gelir düzeyine sahip olan ve işsizliğin yaygın olduğu bu mahalleler hakkında yasalarla belirlenmiş olan devletçi müdahale biçimleri şunlar: 

(1) Etnik-kültürel kökeni itibariyle Batılı olmayanların bütün çocuklarına bir yaşından itibaren ‘’Danimarka değerleri’’ni benimsetmek için zorunlu okul-öncesi  eğitim; (2) Bu bölgelerde işlenen suçlar için en katı cezalar; (3) Göçmen nüfuslarını dağıtmak (bizim deyimimizle: ‘’gayri Türk nüfus terakümlerini önlemek’’) için kamusal konutların yıkılması ve sakinlerinin zorunlu yeniden iskânı, (4) Bu mahallelere kimlerin göç edebileceğiyle ilgili kısıtlamalar (Batılı-olmayan sakinlerin sayısını fiilen kısıtlamak için)

Sözde entegrasyonu amaçlayan bu ‘’nüfus mühendisliği’’ tedbirlerinin kültürel farklılığı reddeden ve Danimarka toplumunun kültürel tecanüsünü (homojenliğini) korumayı amaçlayan bir düşüncenin ürünü olduğu açık. Yazarın kendi ifadesiyle, sosyal bütünleşme adı altında etnik kökenleri yüzünden insanları cezalandıran’’ bir sistem bu.

Değerler ve davranışlarda ortaklığı (aynılığı) ve tek tip (üniform) bir hayat tarzını zorlayan bu politika, görünüşteki amacına aykırı olarak, toplumda güven ve bütünleşmeden ziyade uyumculuğu zorluyor. Böylece, refah hizmetlerinin sağlanmasında ve kurumlara güvende dünyada en yüksek skorlara sahip olan Danimarka kültürel farklıların entegrasyonunda en alt sıralarda yer almaktadır. Bu durumda, Avrupa Birliği’ndeki göçmenlere yönelik en yüksek ayrımcılık düzeyinin Danimarka’da olduğuna ilişkin bulgular da şaşırtıcı değildir. 

Serebrenik söz konusu yazısında farklılık ve çeşitlilik karşıtı bu politikanın, bireyselliği ve bireysel başarıyı küçümseyen Danimarka’daki baskın kültürel kodla (Janteloven) ilişkili olduğuna haklı olarak dikkat çekmektedir. Bu kültürel yönelim görünüşte tevazuyu teşvik ederken, aynı zamanda sosyal ve kültürel aynılığı da destekler. Tek-biçimliliği destekleyen devlet politikalarıyla birleştiğinde, Janteloven görünüşte eşitliği destekleyen ama alttan alta çoğulculuğa direnen bir toplumsal yapıyı korumaya hizmet etmektedir.

Kısaca, birçok bakımdan ‘’iyi işleyen’’ bir refah devleti olan Danimarka hâkim kültürel kodun öngördüğü ve devletin dayattığı ‘’kalıba’’ uyanlar için etkin, güvenli ve rahat olsa da, farklılığı bir bozukluk olarak gördüğü için katı ve dışlayıcıdır. Belirtmek gerekir ki, Janteloven kültürel kodun temel yanlışlığı, komüniteryenizm (cemaatçilik) ile toplumsal güven arasında yanlış bir ilişki (doğru orantı) kurmasıdır. Oysa barışın ve iş birliği düzeninin idamesi bakımından ‘’güven’’ genellikle toplumsal bir sermaye olarak kabul edilmekle beraber; bu bireyin topluma cebrî uyumunu öngören bir cemaatçiliği zorunlu kılmaz.

Çünkü düzen ve uyum zorlamayla ve merkezî otorite tarafından aidiyet dayatılmasıyla değil, kendisini serbestçe ifade edebilen bireylerin toplum hayatına gönüllü katılımıyla (özgürlükle) gerçekleşir. Ayrıca cebrî komüniteryenizmin insan onurunun özerk birey kavramından ayrılamaz olduğunu reddetmesi ve yaratıcılığı aşındırarak tek-düzeliğe yol açması gibi hayatî derecede önemli olan başka bedelleri de vardır. Özerk bireyin ve bireyselliğin baskı altında tutulduğu yerde ‘’insan onuruna saygı’’dan bahsetmek abestir.

Alyssa Serebrenik’in de işaret ettiği gibi, toplumsal bütünleşme ve güvenin sağlanması yukarıdan aşağıya işleyen bir ‘’toplumsal mühendislik’’le yaratılamaz. Oysa komüniteryenizmin dayattığının aksine, bireysel özerkliğe saygıyı gözeten gönüllü iş birliği ve dayanışmayı vurgulayan doğru anlamında ‘’bütünleşme’’, farklılığıyla beraber yaşama özgürlüğünden -yani, serbest fikir mübadelesinden, serbestçe topluluklar oluşturulmasından ve topluma katılmaya veya uymaya zorlanmamaktan- doğup gelişir.

Sonuç olarak, meselenin özü şu: Devletçi bir refah (state welfare)  tasavvurunun özgürlük, gönüllülük, bireysellik ve açık toplumla bağdaşması çok zordur. Aksine, devletçi refah sistemi en iyi bireyselliği bastıran cebrî-dayanışmacı, cemaatçi ve kültürel olarak tek-tipçi bir ‘’kapalı toplum’’ anlayışıyla uyuşur.

 

Alyssa Serebrenik, ‘’The Dark Side of Denmark’s Welfare State’’, https://fee.org/articles/the-dark-side-of-denmarks-welfare-state/

YORUM EKLE

banner608

banner473