Ölünce nereye gideceğiz, diye soruyor o.
Geldiğimiz yere geri döneceğiz, diye cevaplıyorum ben.
Geldiğimiz yeri bilmiyorum, diyor o.
Gideceğin yerin aynısı, diyorum ben.
Geldiğim yeri bilmediğime göre gideceğim yeri bilemem, diyor o.
Geldiğin ve gideceğin yeri bilseydin hayat anlamsız olurdu, bu nedenle geldiğin yeri bilmiyorsun, gideceğin yeri de, diyorum ben.
Ben sana nereye gideceğimi soruyorum sen bana bilmememin neden iyi olduğunu anlatıyorsun, diyor o. Sana Taksim’den Beşiktaş’a nasıl gidilir diye sorsam “bilmen anlamsız olur,” diye cevap vermen kadar saçma.
Taksim’den Beşiktaş’a nasıl gidilir diye sorsan bilmen anlamsız olur, demem. Yüz senedir İstanbul’da yaşıyorsun, Taksim’den Beşiktaş’a nasıl gidilir öğrenmedin mi? derim, diyorum ben.
Ve devam ediyorum ben: Diyelim ki cennetten geldin ve cennete döneceksin. Bunu bilseydin, bu hayatın sıkıntılarına tahammül eder miydin? Veya cehennemden geldin ve cehenneme döneceksin. O zaman hayatın da cehennem olurdu. Veya başka bir gezegenden orada işlediğin suçların kefaretini ödemek, daha iyi bir insan olmak için burada çile doldurmaya geldin. O zaman hayatını dünyaya bir daha yollanmamak için ne gerekiyorsa onu yaparak geçirirdin. Özgür olamazdın.
Ben ölünce nereye gideceğimi bilmek istiyorum, özgür olmak değil, diyor o.
Buraya başka bir yere gitmek için geldik diyorum ben, ödünç bir cümle kullanarak. Ölünce o gitmek üzere geldiğin yere gideceksin.
Neresi orası diye soruyorum ben, diyor o.
Orası burası olmayan bir yer, diyorum ben.
Beni kızdırmaya başlıyorsun, diyor o.
Kızdığında konuşmadan önce ona kadar say. Çok kızdığında yüze kadar. Thomas Jefferson (1743-1826). Diyorum ben.
Burada özgürce yaşamak ve dünyadan zevk almak için başlangıçtan önce ve sondan sonra ne olacağını bilmememiz şarttır, diyorum ben.
Ben önce ve sonra ne olacağını bilmiyorum ama gene de özgürce yaşamıyorum ve dünyadan zevk almıyorum, diyor o.
Çünkü sana öğretilen din, milliyet, ahlak gibi kısıtlamalara uyarak yaşıyorsun ve dünyayı dolduran yalanlara inanıyorsun da ondan, diyorum ben. Çocukluktan beynin yıkanmış. Aslında her biri bir hücre olan kalıplara sokulmuşsun. Pembe giydirerek seni kız biçimine sokmuşlar, mavi giydirerek erkek biçimine. Doğayı sev diyeceklerine ülkeni sev demişler sen de buna inanmışsın. Liste çok uzun.
Nasıl değişebilirim, diyor o.
Değişmek isteyerek, diyorum ben.
Kolay sorulara zor cevaplar veriyorsun, diyor o.
Haklısın, diyorum ben. Ama cevap kolay olmadığı için. Başlangıç noktan şunlar olabilir: Zarar vermeden ve zarar almadan yaşa. Doğaya yakın, insanlara mesafeli ol. Kolay inanma – durmadan yalan söylüyorlar çünkü. Her zaman iyinin yanında ol. Çok oku, çok yürü, çok şükret, çok seviş, çok ek. Az kork. Bunları yaparsan öldükten sonra nereye gideceğin önemli değil.
Saydın da saydın, diyor o ben yarı yolda iken akılsız telefonunun ekranının içine dalarak, Alice’in beyaz tavşanın peşinden deliğe dalması gibi ama harikalar değil, berbatlar diyarına duhul olmak üzere.
Doğru cevap: Öldükten sonra hiçbiryere gitmiyorsun çünkü ölünce 'SEN ' diye birşey kalmıyor. Kısaca yok oluyorsun.
Oldükten sonra da herhangi bir sekilde bilincimizin devam ettiğini gösteren hiçbir gösterge yoktur. Bunlar tamamen insan hayalinin, insan çaresizliğinin ürünleridir.
Bilimsel olarak beynimizdeki elektrik akımları durduğu zaman bilincimiz aynen fişi çekilmiş bir televizyondaki görüntü gibi kapanıp yok oluyor. Ölünce nereye gidiyoruz diye sormak, TV nin fişini çekince içindeki filmdeki insanlar nereye gidiyor demeye benzer. Her iki soru da anlamsızdır.
Ölünce ne oluyor? sorusunun cevabı 'Yok oluyoruz' dur. Ama bunu kabul etmek zor geliyor o yüzden böyle cennet cehennem vs gibi hikayeler uydurmuşuz.