banner564

Seyir

Uyandım. Zifiri karanlıktı. Öğle uykusuna yatmıştım. Amma uyumuşum, dedim. 
Sonra uyku maskesiyle uyuduğum aklıma geldi. Maskeyi yüzümden çektim, aydınlık oldu. O kadar da çok uyumamışım, dedim.
Kalktım ama hemen değil. Uyanır uyanmaz hayata zıplayanlardan olmadığımı biliyorsunuz. Ilık bir denizden tembel kulaçlarla kumlara döner gibi dönerim uyanıkların arasına.
Kalktım, pencereye gittim ve ona bakmamı bekleyen beyaz sarmaşık gülüne baktım.
Gül önce duvara tırmanmış, oradan sokağa sarkmıştı. Sonra, üzerinde hâlâ iki meyvesini taşıyan turunç ağacına ve onun omzuna yaslanan mavi yasemine yürüdü. Serviye tırmandı.
Yeni bir dal da portatif televizyon anteni gibi dikilip daha açmamış olan jakarandaya uzanmakta. Bir şekilde o yönde tutunacak bir dal olduğunu görmese neden oraya yönelmiş olsun?
Havada ilkbahar çiçeklerinin birbirine karışmış kokusu vardı.
Benim bu dünyayla işim bitti, ama hangi sebeptendir bilinmez, bu dünyanın benimle işi bitmedi, diye düşündüm.
 
Ama şimdi bundan bahsetmeyelim ve size sarmaşık gülünü anlatayım:
Önce ince koyu yeşil dallarından birinde beyaz bir gül görürsünüz, at üzerinde şen haber getiren bir ulak gibi tepede beliren. Günlerin geçişiyle güller arta arta bütün dalları kaplar. Bir gün gelir ki açacak bütün çiçekler açmıştır. Birbirlerinin omzunda yükselerek kule yapan atletler gibi düşme ile düşmemenin eşiğinde gibidirler.
Bir hafta kadar böyle kalırlar. Sonra açtıkları gibi teker teker solarlar, saman rengine dönerler. Acaba ilk açan ilk mi solar yoksa görevde başka güdülenmeler mi var?
Sarmaşık uzayacak ama gelecek ilkbahara kadar çiçek vermeyecek artık.
Daha günler aylar olmasına rağmen, annelerinin arkasında sıra hâlinde yürüyen küçük keklik yavruları gibi dallara dizili beyaz gülleri özlemeye başlarsınız.
Hava soğuyunca şöminede ilk ateşi yakmak ve sonra bir gün havalar ısınmaya başlayınca artık yakmamaya başlamak gibi.
Bu sabah bulutlu, ışıksız bir güne uyanmıştım. Hava soğumuştu. Öğleye doğru yağmur başladı ve hızını artırarak akşamüstüne kadar sürdü.
Bir ara araba sürerken o kadar şiddetlendi ki silecekler pencereden suyu atamaz oldu ve aracımı kenara çekmem gerekeceğini düşündüm. Ama yağmurun o hiddeti uzun sürmedi.
 
Akşamüstü, yağmur durduktan sonra, çizmelerimi ayağıma geçirip bahçeye çıktım. Yağmur dalları ağırlaştırmış, çiçekleri eğmişti. Yapraklarda yağmur damlaları parlıyordu.
Bahçenin sonuna kadar yürüyüp geri dönerken narenciye çiçeği kokularının arasından geçtim.
Başımı havaya kaldırınca bulutların kaybolmuş olduğunu gördüm. Süt mavisi bir gök olmuştu.
Güneş batmadan önce bahçeyi son bir defa görmek için ufuktaki bulut kümesinin arasından kaçıp ışıklarını bahçeye yolladı. Şavk, çiçek açmış akasya ağacına vurdu ve Kıbrıslıların bu ağaca neden “altıntop” dediği ortaya çıktı.
Doğa o kadar güzel ki onu seyretmekten başka işi olmamalı insanın diye düşündüm, ne ilk ne de son defa… "

YORUM EKLE

banner608

banner473