banner564

Sivil toplum ve liberalizm

Günümüzde ‘’sivil toplum’’ analitik bir kavram olmaktan çok, devletin baskıcılığını -tamamen önleyemese de- frenleyen veya dengeleyen ana sosyolojik dinamik olarak anlaşılmaktadır. Bu anlamda özerk bir sivil toplumun varlığı demokrasinin de başlıca güvencesi olarak görülmektedir.

‘’Sivil toplum’’ kavramı modernliğin başlarında bugünkü anlamda kullanılmıyordu. Meselâ John Locke (1632-1704) ’’sivil toplum’’u insan topluluklarının ‘’tabiat hali’’nden medenî hayata geçmeleri anlamında kullanmıştır. İroniye bakınız ki, 19. asırda ‘’soylu vahşî’’ hayranı Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ‘’medeniyet’’i ve sivil toplumu ‘’insanlık durumu’’nda bir ilerleme değil de gerileme olarak görecektir.

Sivil toplum kavramı 18. yüzyılda özellikle İskoç Aydınlanması düşünürlerinin katkısıyla anlam değişikliğine uğrayarak toplumun devletten özerkliği anlamında kullanılmaya başlayacaktır.  Toplumu kendi-kendini düzenleyen (ve devletin keyfî müdahalesinden korunması gereken) özerk bir alan olarak gören bu “klâsik” sivil toplum teorisine 19. yüzyılda Friedrich Hegel (1770-1831) karşı çıktı. Hegel’e göre sivil toplum -başta özel çıkarların çatışmacı rekabeti olmak üzere- bünyesinde barındırdığı çelişkiler yüzünden kendi kendisini idame ettirme kabiliyetinden yoksundu, bunu ancak devletin müdahalesiyle yapabilirdi.   Devlet sivil toplum kendi kendine yeterli olmadığı için ortaya çıkar.

Aynı yüzyılda sivil toplum kavramını bambaşka bir kavramsal çerçeveyle de olsa klasik anlamına geri döndüren Karl Marx (1818-1883) oldu. Hegel’in sivil toplum-devlet ilişkisi modelini tersine çeviren Marx’ın teorisi sivil toplumun devlete değil, devletin sivil topluma bağımlı olduğunu söylüyordu. Başka bir ifadeyle, siyasî-hukukî üst yapıyı (yani devleti) sosyo-ekonomik alt-yapı (yani sivil toplum) belirliyordu.  

Aslına bakılırsa, bu alternatif görüşlerin doğru anlamda sivil toplum teorisi olmadıkları bile iddia edilebilir. Nitekim, Hegel’ci tez en sonunda devletin toplum karşısında yüceltilmesiyle, devletin toplumu yutmasıyla sonuçlanmaktadır. Marx ise, taşıdığı çelişkilerin, esas olarak ekonomik ilişkilere indirgediği sivil toplumun sonunu getireceğini düşünüyordu.

Oysa, sahici bir “sivil toplum” teorisinin toplumu özerk bir varlık alanı olarak görmesi ve onu “sivil” yapanın ne olduğunu ekonominin ötesine geçerek açaıklaması beklenir. Bu perspektif açısından, 19. yüzyılın en dikkate değer sivil toplum teorisyeninin Alexis de Tocqueville (1805-1859) olduğu söylenebilir. Tocqueville’e göre, Amerika'daki sivil hayatın en belirgin yönü, yurttaşların ortak amaçlar için vatandaşların bir araya gelmelerinden oluşan gönüllü örgütlerin çokluğudur. Bunların bir kısmı özel iktisadî çıkarlarla ilgili iken, bir kısmı da belirli düşünce ve idealler etrafında bir araya gelen kiliseler, kasaba meclisleri, okullar, gazeteler, edebî ve bilimsel dernekler, meslek örgütleri gibi kamuya açık sivil oluşumlardır. ‘’Toplumun bağımsız gözü’’ niteliğindeki bu kuruluşlar merkezî devletin potansiyel aşırılıklarının frenlenmesine katkıda bulunurlar.

Dünya görüşü bakımından ondan çok farklı olsa da, Marxist düşünür Antonio Gramsci’nin (1891-1937) bu konudaki görüşleri de Tocqueville’e benzemektedir. Kimilerinin ‘’De Tocqueville’nin Marxist versiyonu’’ olarak nitelendirdikleri Gramsci Marxist gelenek içinde sivil toplum teorisine asıl katkıyı yapan düşünürdür. Ona göre, siyasî toplumdan veya devletten farklı ilkelere dayanan sivil toplum sadece ekonomik ilişkileri değil fakat manevî ve entelektüel hayatı da kapsamaktadır. Gramsci siyasî toplumu (devleti) tahakküme dayanan, sivil toplumu ise rızanın üretildiği alan olarak tanımlamaktadır.

Komüniteryen tasavvura bağlı kimi yazarlar tarafından klasik liberalizmin bireyci öncüllerinden ‘’sivillik’’in türetilemeyeceği ileri sürülmekle beraber, günümüzde “klâsik” sivil toplum geleneğine en yakın duran fikrî ve siyasî geleneğin liberalizm olduğu söylenebilir. Çünkü, bu iddiayı öne sürenler, liberalizmin bireyciliğini yanlış olarak, toplumdan soyutlanmış, anti-veya a-sosyal birey varsayımına dayandığına inanmaktadırlar. Öte yandan, Loren E. Lomasky’nin (d. 1947) yazdığı gibi, klasik liberalizm ahlâkî iddiasını minimum düzeyde tutmak ve belli bir sivil örgütlenme tarzını dayatmamak suretiyle, aslında sivil toplum için en geniş alanı bırakan öğretidir. Sorun daha ziyade, gönüllülüğün yerini zorlayıcılığın almasına yol açan ve toplumda yaygın bir (devlete-) bağımlılık kültürü yaratan refah devletini öngören sosyal liberalizmdedir. 

Şu var ki, devletten bağımsız, kendi-kendine yeter bir düzen oluşturan çoğul kurumların varlığı sivil toplum için zorunlu olsa da, “sivik ruh”un temellendirilmesi için yeterli değildir. Klâsik liberalizmin, meselâ “sivil toplum”u siyasî bilincin karakterize ettiği bir yurttaşlar toplumu olarak gören Habermascı teze uzak düştüğü açıktır. Ama eğer “sivik ruh” derken kastettiğimiz “toplumun diğer üyelerinin onuruna saygılı olmak” ve “ortak iyi”yi önemsek ise, bu pekalâ klâsik liberalizmle bağdaşan bir ilgi ve kaygıdır.

Onun için, klâsik liberaller şöyle diyebilirler: Sivil toplum ‘’kamusal’’ın yapısını da etkilemekle beraber kamusallıkla aynı şey değildir. Kaldı ki, özgür kamusal tartışma ve “ortak iyi”yi arama da de Tocqueville’nin 19. yüzyıl Amerika’sında tespit ettiği “ortak amaçlar için bir araya gelme sanatı”nın gelişmiş olmasına olduğu kadar, ondan da önce, başkalarının onurunu tanımanın göstergesi olan sivil özgürlüklerin tanınıp hukukî güvence altına alınmasına da bağlıdır.  

YORUM EKLE

banner471

banner474