banner564

Tatların Mihenk Taşı

 Güneş, akasyanın yapraklarına vuruyor, esinti akasyanın yapraklarını sallıyor.
Gittikçe daha erken uyanıyorum. Öğleye kadar uyuduğum günler gitti ve bir daha geri dönmeyecek.
Bu sabah, ağustos böceklerinden bile önce uyandım. Güneş daha doğmamış ama dünyayı aydınlatmıştı ve sadece o saatlere ait bir dinginlik ve sessizlik vardı.
Kısa bir an, benim gibi uykusunu almamışa benzeyen bir karganın isteksiz ötüşünü duydum, sonra sessizlik geri döndü.
Dünya, olacağı değil olması gerektiği gibi.
Birkaç saat içinde insanlar uyanacak ve dünyayı yaşanılmaz yapma işine devam edecekler.
İyi ki artık o mesainin bir parçası değilim. 
Takvimlerle, saatlerle, bir yere yetişme zorunluğuyla, bir şeylere sahip olma, bir şey olma ihtirasıyla işim yok.
Hepsi ve her şey sizin olsun.
Bana vermediğiniz şeyleri – özgürlüğümü ve onun gibi şeyleri – benden almayın yeter.
Olabildiği kadar hayvanlar gibi yaşayayım. Onların dünyayı değiştirmek gibi bir dertleri yok. Ne de giderken yanlarında götüremeyecekleri şeyleri biriktiriyorlar.
 
“Neye sahipsen osun.”
İnsanı belirleyen bu mu?
Ellerim olacağına kanatlarım olsaydı daha mutlu bir yaratık olur muydum?
Uçmaktan güzel bir şey düşünemiyorum. En güzel rüyalarımda tüy gibi hafifler, havalanıp uçardım. Artık rüyalarımda uçmuyorum.
Kalksam.
Kalksam ve yukarı çıkıp gene uyumayı denesem.
Kalksam ve kahvaltı yapsam, sonra Rum tarafındaki posta kutumdan kitaplarımı ve DVD’lerimi alsam.
Kalkıp, kahvaltı hazırlıyorum. Bir fincan çay, bir dilim ekmek, reçel, peynir.
Ama herhangi bir çay değil, Çin’den, Paris ve İstanbul yoluyla Ozanköy’e gelen Lapsang Souchong.
Herhangi bir ekmek değil, anasonlu Litvanya ekmeği. Herhangi bir reçel değil, bahçenin kayısısından yapılmış reçel. Herhangi bir peynir değil, ücra ovalarda otlayan mutlu koyunların sütünden, onları otlatan çobanın karısı tarafından yapılmış hellim.
Ne zaman ve neden başladı bende bu her şeyin En güzeline ve En iyisine merak? Ve Gerçek Aşkı - ki güzelin ve iyinin uzantısı veya belki kendisidir.
Ama hiçbir şeyin En’i yok.
 
Örneğin, çobandan aldığım saf sütten, geleneksel yöntemlerle yapıldığını bildiğim hellim, adadaki En İyi hellim mi? En İyi hellim hangi ölçüyle bulunabilir? Böyle bir ölçü var mı?
Herhangi bir şeyin En’ini bulmak mümkün mü?
Tatlar, çocukluğumuzda nakşedilir beynimize ve hayat boyu bütün tatların mihenk taşı olur. Ömür boyu tatları onlara göre ölçeriz, o tatları ararız ve çoğu zaman bulamayız.
Trodos köylerinin mayhoş elması, komşunun bahçesindeki eşek eriği, annemin kayısı macunu, Arapköy’deki bostanın kavunları, Galadari’nin yoğurdu, Yağmuralan’ın köfterleri, dayımın şiş kebapları...
Onları bugün nerede bulabilirim?
Elif Batuman’ın daha sonra The Possessed (Ecinniler) kitabına naklettiği Özbekistan maceralarından öğrendiğime göre, belirli tatları aramak evrensel olabilir.
Özbekistan’da lepyoshka denilen yassı bir ekmek yeniyormuş. Her önüne gelen Semerkantlı, Batuman’a Özbekistan’daki en saf hava ve suyun kendişehirlerinde bulunduğu için en iyi lepyoshkanın Semerkant’ta piştiğini iddia ediyormuş.
Bu övünme eskilere dayanıyor olmalı ki, eski çağlarda Buhara Emiri Semerkant’ın en iyi ekmekçisini çağırıp ona lepyoshka yapmasını emretmiş. Ekmekçi işe koyulmuş, tandırda pişen ve pideye benzeyenlepyoshkasını Emir’e sunmuş.
 
I-ıh. Olmadı. Lepyohska, Semerkant lepyoshkasına benzemedi.
Emir ekmeği beğenmemiş. Ekmekçinin kellesinin vurulmasını buyurmuş ve son bir sözü varsa söylemesini dilemiş.
Ekmekçi “Burada hamuru mayalayacak Semerkant havası yok,” demiş.
Emir, bu mazereti kabul etmiş ve ekmekçiyi bağışlamış.
Batuman, Semerkantlı ekmekçinin ekmeğinin gerçek Semerkant ekmeğine benzemediğini, ekmekçiler arası bir kurulun karar verdiğini yazıyor, ama bence bu doğru değil. Bence Emir çocukluğunda yediği lepyoshkaların tadını aradı ve bulamadı.
Emir’in, Semerkantlı ekmekçinin kellesini vurdurmaya kalkmasını, her ne kadar o günlerde bu rutin bir uygulama idi ise de, biraz aşırı buldum doğrusu. Aslından şaşan her tadın sorumlusunu öldürmeye kalkışsak dünyanın nüfus sorunu kalmazdı.
*
Kahvaltı bitti. Uykum açıldı.
Postaneye gitmek için yola koyuldum. Ondan sonra organikçiye uğrayıp o küçük karpuzlardan alacağım.
Kasadaki kadının söylediğine göre Vietnam’dan ithal edilen tohumlardan ekilmişler. İkinci yıl o karpuzlardan alınan tohumları ekmişler.
 
“Üç senede karpuzun rengi ve tadı değişti,” dedi kadın. “Artık Kıbrıslı oldular.”
Size tohumların akıllı olduğunu söylemiştim. Pıt diye adaya uyum sağladılar. Ben ise 73 senede hayata uyum sağladım mı, emin değilim.
 *
Hayatımız, önemli bir boyutunda, çocukluğumuzda deneyimlediklerimizi arama veya onlardan kaçma sürecidir.
YORUM EKLE

banner608

banner473