banner564

Türkiye Avrupalı değildir

Tarihsel olarak Türkiye’nin Avrupa karşısındaki siyasî duruş ve tavrının baskın özelliği karşıtlık hatta düşmanlık olmuştur. Ancak bu sağlıksız tutum ve onun sonucu olan ilişki biçimi zaman içinde değişikliğe uğrayarak bir ‘’öykünme’’, ulaşılması gereken örnek modele benzeme arayışına evrilmiştir. Elbette bu evrimin gerçekleşmesi çok uzun, yüzyılları bulan bir zaman almıştır. Böylece, aşağı yukarı 19. yüzyıl başlarından itibaren Türkiye’nin siyasî ve hukukî modernleşme sürecinin örnek modeli (‘’nümûne-i imtisali) Avrupa uygarlığı olmuştur.

Osmanlı devletinin o zamanki konjonktürde böyle bir tercihte bulunmuş olması yanlış bir karar olmamakla beraber, radikal bir tercihin değil de şartların zorlamasıyla ister istemez yönelinen ve Avrupa’yla kültürel yakınlaşma ihtimalini dışlayan bu siyasî modernleşme çabasının başarısı bir hayli sınırlı olmuştur. Daha açık bir deyişle, Osmanlı siyasî elitini bu karara sevk eden ana saik sahici bir Batılılaşma isteği olmayıp, ‘’devletin bekası’’nı garanti etmek idi.

Buna karşılık Cumhuriyet modernleşmesi aynı beka kaygısını koruyarak kültürel Batılılaşmayı da hedeflemiş görünmekteydi. Ne var ki, gerçekte bu girişim de ağırlıklı olarak Avrupa’nın siyasî kurumları ve hayat tarzıyla görüntü benzerliği sağlamak üzerinde odaklanan bir çabaydı; yoksa dünya görüşü ve hayat algısı bakımından zihniyet, tutum ve davranış değişimini öngören sahici bir Batılılaşma/Avrupalılaşma iradesini yansıtmıyordu.   

Belirtmek gerekir ki, Türkiye ile Avrupa arasındaki sözünü ettiğim siyasî gerilim ve karşıtlık Türklerle Avrupalıların kendilerini birbirine düşman olmaya adeta mahkûm eden jeo-stratejik konumlanışlarının sırf bir yansımasından ibaret de değildi. Bu karşıtlık ve husumetin arkasında tarafların kültür ve uygarlığa ilişkin kökten farklı anlayış, değer ve tecrübeleri yatmaktadır. Din farklılığı elbette bu farklılığın başta gelen dinamiklerinden birini oluşturmaktadır; Müslümanlık nasıl ki Türkiye’nin kimliğinin omurgasını oluşturmaktaysa, Hristiyanlık ta aynı şekilde Avrupa kimliğinin kurucu, hatta tanımlayıcı bir unsurudur.

Ama karşı karşıya bulunduğumuz meselenin bundan ibaret olduğunu sanmak ta yanıltıcıdır. Dinsel farklılıkla tamamen ilgisiz olmamakla beraber, bu konuda daha esaslı olan çatışmacı dinamik Türkiye ile Avrupa arasındaki dünya görüşü ve hayat tarzı farklılığından kaynaklanmaktadır.

Nitekim, özellikle Cumhuriyet dönemi reformlarında kendisini gösteren modernleşme sürecinin bir sonucu olarak seküler hayat tarzı Türkiye’ni sosyo-kültürel yapısının önemli bir unsuru haline gelmesine rağmen, Türkiye’nin Avrupa ile genel uyumsuzluğu ortadan kalkmış değildir. Altmışlı yıllardan itibaren Avrupa’daki göçmen Türklerin bulundukları ülkelerde genel topluma uyum sağlamada çok ciddî sorunlarla karşılaşmaları, hattı bazı örneklerde uyum veya entegrasyona direnmeleri kısmen bunun bir göstergesidir. Gerçi Avrupa’daki göçmen Türklerin yaşadıkları entegrasyon zorluklarının büyük ölçüde onların Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve kültürel olarak Türkiye toplumunun alt tabakalarından gelmelerinden kaynaklandığı haklı olarak düşünülebilir. Ne var ki, bugünkü Türkiye toplumunun genel olarak sosyo-kültürel yapısının da ‘’Avrupalı’’ veya ‘’Batılı’’ bir manzara göstermediği de açıktır. 

Gerçekten de en başta kültür ve hayata bakış bakımından Türk kimliği ile Avrupa kimliği arasında uzlaşmaz görünen ciddî farklılıklar vardır. Temel değer tercihleri ve davranış kodları bakımından, dünyaya ve hayata bakış ve hayatını idame ettirme pratikleri bakımlarından Türkler Avrupalılardan bazen karşıtlık derecesinde farklıdır. Tevekkülcülük ve değişime direnme, uzlaşma ve ortak nokta arayışından çok gerilim yaratma veya gerilimi  artırma, farklı olandan hazzetmeme, nimetsiz külfet arayışı, parazitik ve yağmacı hayat tarzı Türk kültürünün baskın özellikleri arasındadır. Üretken değil, yağmacı kültürün kalıntıları günümüz devletinin müsadereci uygulamalarında devam ediyor.

Sosyo-politik açıdan bakıldığında, geleneksel olarak Türkiye’nin siyasî birlik tasavvuru ve kurumlarını örgütleme tarzı Avrupa’nınkinden çok farklıdır. Bizim tarihsel tecrübemizde Ortaçağ Avrupa’sındakine benzer bağımsız şehirlerin oluşmasını mümkün kılan şartların oluşması şöyle dursun, toplumun devlete bağımlılığı yerel inisiyatif ve özerkliğin gelişmesine imkân vermemiş, bu da genel olarak katı merkeziyetçi yönetimi ve aşırı birlikçi siyasî yapılanmayı doğurmuştur. Türkiye halkı aşağıdan yukarıya doğru teşekkül etmiş, varlık ve devamı bakımından siyasî otoriteden nispeten özerk olan ve mülkiyet güvencesine dayanan piyasa dinamiğine sahip bir (sivil) toplum geleneğinden yoksundur. Yine Avrupa’dan farklı olarak bizim toplumsal-kültürel geleneğimizde rıza ve sözleşme fikirlerinin de sağlam bir temeli yoktur.

Bu arada, tarihsel olarak olduğu gibi bugün de esas olarak Türkiye’de toplumun velinimeti devlettir. Bu gerçeğin de etkisiyle, bizde devlet baskısına direnme kültürü de pek oluşmamıştır. Bizde özgürlüğün değerinin yaygın olarak takdir edildiği pek söylenemez. Dahası herkes zaman zaman ‘’Adalet mülkün temelidir’’ dese de, yağmacı ve el-koymacı geleneğimiz yüzünden adalet de bizim toplumumuzun tutarlı ve ilkesel bir değeri değildir.  

Öte yandan, Türkiye ile Avrupa arasındaki benzemezlik sadece kültür ve hayat tarzı farklılığından ibaret de değildir. Siyaset iki dünya arasındaki esaslı farklılığın daha kolay aşılabileceği bir alan olmasına rağmen, iki yüzyılı aşan modernleşme çabalarına rağmen Türkiye siyasî ve hukukî kurumlarını da tam olarak Batılı standartlara intibak ettirememiştir. Başka bir deyişle, Türkiye siyasî ve hukukî kurumları bakımından da halâ Avrupalı olmaktan uzaktır. Bu gerçek siyasî ‘’üst yapı’’nın kültürel ‘’alt yapı’’dan bağımsız olmadığını, aksine büyük ölçüde onun tarafından belirlendiğini Türkiye örneğinde teyit eden yeni bir örnektir.

Elbette bütün bu hususların hepsinde iki dünya arasında mutlak bir karşıtlık olduğunu iddia etmiyorum. Ama dereceleri farklı da olsa bu benzemezlik ve uyumsuzlukların toplam etkisinin Türk kimliğini Avrupa kimliğinden ciddî ölçüde farklı kıldığı açıktır.  Bu nedenle, siyasî, askerî ve stratejik ‘’zorunlulukları’’ nedeniyle Batı dünyasına yakın dursa da, Türkiye’nin görülebilir gelecekte sahici anlamda Avrupalı olma şansı yoktur. 

Tabiatıyla, bu gerçekten ‘’Türkler’’ olarak her birimizin dünyaya ve hayata bakışımıza veya siyasî ideolojimize göre çıkaracağımız sonuç(lar) farklı farklıdır. Varsaydığım gibi hakikate uygun olması durumunda, bu satırların yazarı olarak benim elbette kimseye bu gerçeğe üzülmek mi yoksa sevinmek mi gerektiğini buyurma hakkına sahip değilim. Yine de bana öyle geliyor ki, bu gerçek bizim için iyi bir puan değildir.  

YORUM EKLE

banner608

banner473