“Ulusal çıkar” modern ulus devletlerin temel politik şifrelerinden biridir. Çağdaş ulus-devletler dünyasında insan haklarının ve demokrasinin imkânı, başka şeyler yanında, bu şifrenin ve onun dayattığı zihinsel ve fiziksel zincirlerin çözülmesine de bağlıdır.
Bu konuda yeterince bir aydınlık sağlanması için ‘’ulusal çıkar’’ söyleminin hem genel olarak hem de Türkiye bağlamında incelemesi gerekir. Genel olarak “ulusal çıkar” bütün milli devletlerde ortak olan temel politik felsefeyle ilgilidir. Buna göre, ulusal çıkar bir ulus-devlet olarak var olmayı ve bunun politik gereklerinin korunup sürdürülmesini hak, hukuk ve adaletten de üstün görmektir. Bu anlamda ulusal çıkar “hikmet-i hükümet”le aşağı yukarı aynı şeydir.
Şu var ki, ‘’ulusal çıkar’’ denen şey gerçekte her zaman ulusun çıkarına olmayabilir. Çünkü “ulusal çıkar” toplumu oluşturan bireyler tarafından genel olarak paylaşılan çıkar veya yarar olmayıp, esas olarak devletin topluma önceliği düşüncesine dayanarak bürokrasinin belirlediği şeydir. Gerçi insan haklarını, hukuku ve demokrasiyi dünyanın geri kalanına göre daha fazla ciddiye alan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da hikmet-i hükümetçi ulusal çıkar anlayışının gerekleri önemli ölçüde gevşetilmiş durumdadır. (Trump yönetiminin icraatının ABD’nin siyasî geleneğindeki geçici bir sapma olduğunu varsayıyorum)
Türkiye’de ise, bu genel modelden farklı olarak, ulusal çıkar söyleminin referansı gerçekte toplum değil devlet olduğu gibi, belirleyicisi de halkın ‘’demokratik’’ temsilcileri değil bürokrasidir. Oysa demokratik siyaset kamunun (yurttaşlar toplamının) iyiliğine olan şeylerin yukarıdan aşağıya kişilere buyurulması yerine, yine yurttaşlar tarafından özgürce tartışılarak kararlaştırılmasını gerektirir.
Türkiye’de yurttaşların tartışmasına açık olmayan alanlar ‘’Batı dünyası’’nda olduğundan çok daha geniştir. Nitekim, örnek olarak belirtmek gerekirse, bizde yurttaşların ortak çıkarı “Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları”yla, “laik cumhuriyet”e ilişkin Kemalist ortodoksiyle, merkeziyetçi-üniter devlet yapısıyla (üniter devletin ‘’faziletleri’’yle) ve nihayet Türkçü, tekçi ve homojen resmî kültürel tasavvurla ters düşemez.
Öte yandan, Türkiye’de dış politika alanı da yurttaşların tartışmasına ve sorgulamasına büyük ölçüde kapalıdır. Sadece sıradan yurttaşlar değil, “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” sayılan siyasi partiler bile mesela Kıbrıs meselesini, resmî teze aykırı olarak, uluslararası hukuka göre ve Kıbrıs Türk toplumunun gerçek çıkarına uygun olarak çözmeyi öneremez. Bu ve benzeri meselelere ilişkin resmî politikayla uyuşmayan tezlerin sahiplerine devlet -en hafif tabirle- hoş nazarla bakmaz.
Türkiye’de ilk bakışta bu meseleyle pek de ilgili görünmeyen başka bir sorun alanı da terör ve terörizm kavramlarıdır. Malum (veya Türkiye Cumhuriyeti kavramın anlamını değiştirinceye kadar ‘’malum’’ idi), terör, toplumda yaygın güvensizlik endişesi ve politik istikrarsızlık yaratmak üzere politik amaçlı örgütler tarafından topluma dehşet saçan silâhlı şiddet eylemlerine başvurulması anlamına gelmektedir. Yani, terörün öncelikli hedefi ve mağduru devlet değil sıradan insanlardır. Devletin konuyla ilgisi dolaylıdır, toplumu şiddet olaylarından korumak ve mağduriyetleri telâfi etmektir.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti terör kavramını kendi yapısal ve ideolojik niteliklerini yurttaşlarının tartışmasına kapatmak ve aksi yöndeki fikir açıklamalarını cezalandırmak için de kullanmaktadır. Türkiye’nin terör mevzuatının amaçlarından biri toplumun tartışmasına açık olması gereken devletin kimi siyasî tercih veya politikalarını kendi yurttaşlarından korumaktır. Bu mevzuat sadece eylemleri değil, eğer devletin ideolojik tercihlerine aykırı iseler düşünce açıklamalarını da ‘’terör’’ saymaktadır.