banner564

İsmail Bozkurt konuşuyor

2. Bölüm: Şimdi ne haldeyiz?

İsmail Bozkurt konuşuyor
banner598
İsmail BOZKURT

2017 yılı itibarıyla, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ve Türk Cemaat Meclisi’nin kurulmasının üzerinden 57; 1963 sonunda kurulan Genel Komite’nin üzerinden 54; 1967’de kurulan Kıbrıs Geçici Geçici Türk Yönetimi’nin üzerinden 50; 1975’te kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin üzerinden 42; 1983’te KKTC’nin kurulmasının üzerinden 34 yıl geçti.
    Kıbrıs Türk halkı; devletleşmeyi, tarihi boyunca yaşadığı sorunlarla travmaları, verdiği siyasal mücadele ve oluşturduğu siyasal yapılanmalarla aşarak başardı. Ne yazık ki tarihi boyunca bunu başaran Kıbrıs Türkleri’nin siyaset kurumu, devletleştikten sonra geçen 57 yıllık sürede iyi ve halkını mutlu eden bir yönetim kuramadı, sorun çözmede başarılı olamadı, tersine sorunları yoğunlaştırdı ve ada ile dünya konjonktürünün gereklerine yanıt veremedi. Dahası, devletleşme sürecinin son aşaması olan KKTC’nin tarihsel bir süreç sonunda oluşan siyaset kurumunun /siyasal yapısının da birçok yapısal sorunu olduğu, bu sorunların bir kısmının çok uzun süreden beri çözümsüz kaldığı için açmaza dönüştüğünü “Mısır’daki sağır sultan bile duydu.”
    KKTC siyasetinin, devletin işlevleri bakımından son 40 yıllık gündemine baktığımızda aynı sorunların tartışıldığını görürüz:
Ekonomi, eğitim, sağlık, çevre, ulaştırma, trafik, tarım, turizm, imar, sosyal güvenlik konuları ve benzerleri…
Yapısal bağlamında seçim sistemi, demokratikleşme, patronaj, popülizm, yağma anlayışı, devlet sistemi ve yapısı, seçim ve parti sistemleri, kamu yönetimi, üçlü kararname konusu, yerel yönetimler, Sayıştay, yargı, erkek egemen siyaset kurumu, sivilleşme, Ankara ile ilişkiler ve başka sorunlar….
     1970 – 1990 arasında 20 yıl aktif politika içindeydim. Bugün tartışılan konuların hemen hemen tümü o dönemin de gündemindeydi.
    Günümüzde “Siyaset kurumu’nun kendisi de artık tartışılan bir sorundur.”
    Kısacası hem devletin işlevi olan sorunlar, hem siyaset kurumunun yapısal sorunları, yükselen bir eğri halinde süregeldi ve süregidiyor. Bu sürecin yarattığı de facto devlet düzeninin dayandığı unsurlar düşündürücüdür:
Rant kültürü (popülizm, patronaj, yağma/ganimet anlayışı)
Çatışma kültürü, ötekileştirme
Siyasal erki kamuya yandaş istihdamı ile eşdeğerde görme anlayışı
Herkesi potansiyel “erdemsiz (kötü/kötü niyetli/suçlu)” gören; bu bakımdan herkesi potansiyel erdemsiz sayan; bürokrasi/kırtasiyecilik tutsağı bir kamu yönetimi;
“Cevizcinin çuvalı”ndan (Türkiye’den verilen paralarla) oynama alışkanlığı
“Yapanın yanında kalır” anlayışı (Kurumlaşmama/kurumlaşamama, sistemsizlik, kuralsızlık, kurallara boş verme, yaptırımsızlık, denetimsizlik)
Kıbrıs Türk Demokrasi’sinin çok ciddi hastalıklarından biri olan ve özde yağma/ganimet anlayışından kaynaklanan kanserleşmiş popülizm hastalığını açalım:
Eskiden savaş galipleri; yağmalama, yenilenlerin/yendikleri tarafın her şeyine ganimet olarak el koyma hakkına sahipti. KKTC siyaset kurumunda da, seçimi kazananın tüm kamu olanakları ile kamu kadrolarını kendi yandaşlarına dağıtma hakkına sahip olduğu anlayışı egemen durumdadır. Anlayışın özü, savaşı kazananın ganimetleme/yağmalama hakkına benzer. Her dönemde dağıtılacak bir şeyler bulundu. İşte dağıtılanlardan aklıma gelenler:
Üçlü kararnameye tabi bütün üst düzey kamu yönetici mevkileri,
Geçici istihdamla kamuda iş,
Özerk olması gerekli ya da yasa ile özerk olarak kurulmuş kurumların yönetim kurulu üyelikleri,
1974’te Rumlar’dan kalan taşınır ve taşınmazlar,
Devlet arazisinden arsalar, araziler,
Sosyal konutlar,
“T” olarak bilinen ticari taksi izinleri,
Kiralık araba izinleri,
Noterlik hizmeti veren “tasdik memurlukları,”
Vatandaşlık,
Telekomünikasyon ağının zayıf, cep telefonlarının olmadığı dönemde telefon bağlatma
Asla geri dönmeyen krediler.
    Böylesi bir yapı/düzen’de “siyaset kurumu”nun saygınlığını yitirmesi ve temsili demokrasiye olan güvenin sarsılması kadar doğal sonuç olamaz. Kamuoyu araştırmalarının Kıbrıs Türk siyaset kurumunun saygınlığının dibe vurduğunu göstermesi boşuna değildir. Aslında bunu gözle görmek bile mümkündür. Nitekim Meclis’in, Meclis’teki siyasal partilerin, milletvekillerinin oybirliği ile onayladığı; hükümetin desteklediği, Cumhurbaşkanı’nın onay verdiği ve 29 Haziran 2014’te yerel seçimlerle birlikte halkoylamasına sunulan anayasa değişikliklerinin % 60’ın üzerinde bir oy oranıyla reddedilmesi; halkın bir bütün olarak siyaset kurumuna “inanmadığını,” “güvenmediğini” kanıtladı.
     Sözün kısası, 1974 sonrasında başlayan çoğulcu demokratik yapımız içinde, “siyaset” en başarısız kurum olup açıkça sınıfta kalmış;  Kıbrıs Türk Halkı, 29 Haziran 2014 anayasa halkoylaması ile bu sınıfta bırakmayı teyit ve tescil etmiştir.
     49 yıllık görüşme sürecinin Crans Montana’da çökmesinin, siyaset kurumunun bu denli güvenilmediği zaman ve ortamda olması Kıbrıs Türkleri için büyük talihsizliktir.
     Crans Montana çöküşünden sonra en iyi değerlendirmeyi, bana göre “federasyon da dahil Yönetimin Paylaşılacağı ortaklık modellerinden, yönetimi paylaşmayı içermeyen İşbirliği Modellerine yönelmek, müzakere parametrelerini de, müzakere yöntemini de tartışmaya açmak ve sorgulamak gerekir” diyen Kudret Özersay yaptı. Bana göre Crant Montana’nın çöküşünden sonra, Türk tarafı olarak tutmamız gereken yolu gösteriyor.
   Crans Montana’nın son olduğu, KKTC Cumhurbaşkanı’ndan TC Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanı’na, BM Genel Sekreteri’nden Eide’ye, siyasal partilerden çok sayıda kananat önderine çok kişi tarafından değişik ifadelerle dillendirildi ama hâlâ daha benzer müzakere yöntemiyle ve aynı parametreler çerçevesinde federal bir yapı kurulacağına inanlar, bunun için hâlâ daha Rum tarafına prim verenler var ve siyaset kurumu ne yapacağını bilmez durumda zaman yitiriyor. Öyle görülüyor ki Rum başkanlık seçimi beklenecek! Bunun boşuna zaman kaybı olacağını, hiçbir şey değişmeyeceğini birlikte göreceğiz ama zaman kaybedeceğiz.
    Kıbrıs sorunu, uluslararası bir sorun olarak bitmedi ve ancak tarafların uzlaşmasıyla sona erecek ama bana göre federasyon ya da daha genel anlamda ortaklık modellerini artık mümkün ve gerçekçi görülmüyor. Olursa da ancak zoraki olacak ve olduğu andan itibaren de problemler, deyim yerindeyse Kıbrıs Türkleri için yeni bir savaşım dönemi başlayacak. Karşımızda bizi eşiti gören ve federasyonun ihtiyaç olduğuna inanan bir toplum yok çünkü! Bu toplum için “parametrelerin içine girmek istemeyen bir zihniyet”in söz konusu olduğundan söz ediyor Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı. “Kıbrıs Türkü’nün kendilerine eşdeğer, siyaseten eşit bir varlık olduğunu içine sindiremeyen, bunu içselleştirmeyen bir anlayış”ı vurguluyor.
   Bunları kendileri de açıkça söylüyorlar, gizlemiyorlar. Rum liderinin bizzat kendisi, azınlık - çoğunluktan söz ediyor. Federasyon bizim için bir ödündür, özveridir diyorlar. Rahatsız edici en önemli konulardan biri de güvenlik ve garantiler konusundaki tutumları. Israrla bunun bu kadar üstüne gitmeleri kafalarda ciddi soru işaretlerine neden oluyor.
     Crans Montana’ya kadar, barışçı yöntemlerle kalıcı bir barışçıl çözüm, eşitlikçi bir federal yapı ile gerçekleşecek diye inanıldı. Amma ve lakin ortak bir yapıyı bu kadar ve bundan böyle zorlamanın anlamı yok. Ayrıca Rumlar, görüşme sürecini 50 yıldır aleyhimize işletiyor. Bu süreç, adanın tek sahibi olma hedefini Rumlar lehine adım adım gerçekleştirdi. Görüşme sürecini, buna araç olarak kullandılar. Şu andaki doğalgaz ve petrol konusunda yapılan da emin olun ki budur ve son halkadır. Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tek basına sahip olma konusunda bunu da aşarlarsa, geriye de zaten bir şey kalmıyor.
   Bütün bunlar dolayısıyla Crans Montana çöküşünden sonra barış dilinin artık federasyon hedefli değil; “Kıbrıs sorununu barışçı yöntemlerle kalıcı bir barışçıl çözüme ulaştırmak” için kullanılmalıdır.
   Tanınmayı çıkış yolu olarak görebiliriz, gönlümüzden de bu geçebilir ama sanki gerçekleşecekmiş gibi toplumu bu havaya sokmak da yanlış olur. Yani B planı söylemi ile tanınmayı da tıpkı federasyon gibi bir takıntıya dönüştürmemek gerekir. Var olan uluslararası durum dolayısıyla zor olacak şeydir. Tanınma dediğimiz anda da hiç şüpheniz olmasın yıllarca sonra da büyük olasılıkla aynı durumda olacağız ve olası böylesine olumsuz bir durum, halkımız için ikinci bir psikolojik darbe olur.
    Konfederasyonu görüşmek gibi yaklaşımlar da aynı yere varır. Bunun zorlamanın hiçbir anlamı yok!
  Sözün kısası artık yeni bir barış diline gereksinimimiz vardır ve bu barış dili, yönetimin paylaşılacağı ortaklık modellerinden, yönetimi paylaşmayı içermeyen işbirliği modelleri bağlamında olmalıdır.
     Dünya, aslında her şeyin ayırımındadır ama uluslararası ilişkiler ve diplomaside hak, hukuk, adalet, dürüstlük yok. Uluslararası hukuk tam bir martaval! Yani biz haklıyız diye adalet sağlanacak değil. Dolayısıyla bir sıkışıklığın olduğu kesin! Ve mevcut durumu ne denli güçlendirirsek; dünyaya demokrasimiz ve sorun çözen siyasetimizle ne denli hitap edebilirsek; içe yönelik ne denli iyi bir yönetim kurarsak; -bazılarına belki tuhaf gelecek ama- kültürle, sanatla, edebiyatla dünyaya ne kadar ses verebilirsek, bu sıkışmışlıkla o denli baş edebiliriz.
  Bizim temel sorunumuz, Kıbrıs sorunu değil! Ne izolasyonlar ne de ambargolar hayatımızı durdurabildi. Bunları bir şekilde aşıyoruz. Kıbrıs Türk halkının temel sorunu, çözüm üretmeyen, dahası sorun çözme yeteneğini yitiren kendi siyaset kurumudur.
   Eğer sorunları çözen bir siyaset kurumumuz olup da doğru dürüst iyi bir devlet yönetimi kurmuş olsaydık, vatandaşımızı mutlu etmiş olsaydık, Kıbrıs sorunu umurumuzda bile olmazdı. Bizim yapmamız gereken şey bellidir: Yolumuza devam edeceğiz. Ortaklık modelleri, bu bağlamda federasyon takıntısına girmeden, eşit koşullarda ve eşit olarak, “Kıbrıs sorununu barışçı yöntemlerle kalıcı bir barışçıl çözüme ulaştırmak” amaçlı işbirliği modellerini zorlayarak!
  Bunu kim yapacak sorusunun yanıtı, Demirel’in “Demokrasilerde çareler tükenmez” deyişinde vardır. Gerek kendimizden/bizden, gerekse küresel ekonomik bunalımdan kaynaklanan etkileri en aza düşürecek demokratik çareler elbette vardır ve esas olan, siyaset kurumunun sorun çözme yeteneğine kavuşturulması ve sorun olmaktan kurtarılmasıdır.
  Gelinen aşama, ortam ve koşullarda; ağırlaşan sorunların kısır kavga, çatışma, ötekileştirme ve ötekileşme ile değil; sağduyu, sağgörü, hoşgörü, diyalog, empati, ortak hareket, toplumsal uzlaşı, imece-dayanışma ve ortak akıl ile aşılabileceğini; sürdürülemezlikleri sürdürülebilirliğe dönüştürmenin, karşılıklı suçlamalar, zıtlaşma ve restleşme ile değil, bağımsızlaşma, sivilleşme/ domokratikleşme hedeflerinden hiçbir biçimde sapmaksızın, farklılıklara saygı ve ortak çıkarların öne çıkarılması becerisinin gelişmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyorum.
   Benim değerlendirmelerim, bu durumun ayırımında olmayan ya da değişik siyasal çıkar ve rant hesapları dolayısıyla gelinen noktayı görmeyen/görmezlikten gelen siyaset kurumu rant kültüründen arındırılmadan ve popülist baskılardan olabildiğince arındırılacak biçimde yeniden yapılandırılmadan bir yere varmanın mümkün olmadığı yönündedir. Bunun için de 1960’da başlayan devletleşme sürecinin iyice irdelenmesi ve nerede, nasıl, niçin hata yapıldığının saptanması koşuldur. Bu yapılırken coğrafya ile toplumun küçüklüğünün popülist baskılar için uygun ortam yarattığı göz ardı edilmemelidir.
Somut ve ilk hedef olarak aşağıdaki adımlar atılmadan sonuca ulaşılması mümkün ya da kolay görünmüyor:
Bünyemizi, koşullarımızı, güçlü popülizm eğilimlerini hesaba katarak yaşanan çıkmazları aşabilecek, sorunları çözebilecek kendimize özgü bir sistem bulunabilir. Yeter ki sistemin şimdiki zafiyetlerini taşımayacak ve “ilk seçimi düşünerek politika üreten politikacı” değil, “gelecek kuşakları düşünerek politika üreten devlet adamı” üretecek bir yapı oluşturulabilsin! Bu yapıda, sistem ne olacaksa olsun, “güçler ayırımına” dayanmalı, “fren ve denge”ler iyi oluşturulmalıdır. (Güçler ayırımı ile fren ve denge sisteminin, yalnız başkanlık sistemine özgü olduğu sanılır. Oysaki her sistemde olabilir. Vardır da!)
Kıbrıs Türk halkının en büyük gücü; ulusal / toplumsal belleği, demokratik birlikteliğini sağlayacak olan demokrasi bilinci ve ulusal/toplumsal bilincidir. Bu gücü, uzlaşma kültürünün egemen olacağı çok partili yaşam; çoğulcu ve eşitlikçi demokrasi; insan hakları, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü; hak, adalet ve liyakat ilkeleri; kısaca çoğulcu demokratik toplum yapısını zedelemeden kullanmak gerekir. Değişim (ya da reformlar) yaşama geçirilirken, ulusal/toplumsal değerleri koruma ve ortak bellek yaratmanın; halkın huzurunu, kamunun saygınlığını ve kamu düzenini sağlamanın; devletin varlığına yönelik olası kalkışmalara göğüs gerebilmenin yolu da budur.
    Siyasal, mali ve ekonomik yaşayabilirliliği /sürdürülebilirliği sağlayacak politikalar/değişimler, yukarıda vurgulanan ilkelere uygun hareket edildiği takdirde, halk tarafından daha kolay benimsenir, halka mal edilebilir, kamu vicdanını rahatlatabilir.
   Katılımcı bir anlayışla, paydaşların azami ölçüde katılımına/katkısına fırsat vererek ve toplumsal duyarlılıkları göz önünde bulundurarak biçimlendirilecek değişimler; toplumlar tarafından daha rahat benimsenebilir. Bu ilkelere uymayan ve yükümlülükleri yerine getirmeyen/ getiremeyen bir devlet ya da siyasal erk, hem halkın inanç ve güvenini yitirir, hem de kendi varlığının dayanaklarını yıpratır.
Son olarak “Kıbrıs Sorunu” ile ilgili bölümün sonunda söylediklerimi yinelemek isterim: Yapılması gereken, ‘hiç ölmeyecekmiş gibi çalış; yarın ölecekmiş gibi ibadet et’ deyişindeki gibi, federal çözüm hiç olmayacakmış ya da yarın iki tarafın içine sindireceği biçimde bir uzlaşma olacakmış gibi sürdürülebilir bir düzen/ekonomi yaratmaktan; bu bağlamda öncelikle yapısal bozukluklarımızı düzeltmeye yönelik ciddi değişimleri gündeme getirmekten ve uygulamaktan geçer.
   Bu söylediklerimi başarmak, kolay değil ama özellikle siyaset kurumu için marifet, hiçbir özrün başarının yerine geçemeyeceğini bilerek kolayı değil, zoru başarabilmektir.

Yarın: Fuat VEZİROĞLU

Güncelleme Tarihi: 04 Eylül 2017, 10:42
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner608

banner474