banner564

Finansal kriz bankacılık sektöründen kaynaklanmadı

Finansal kriz bankacılık sektöründen kaynaklanmadı

Finansal kriz bankacılık sektöründen kaynaklanmadı
banner598

Prof. Dr. Mete FERİDUN

KONUK YAZAR

Covid-19 salgınının finansal etkilerinin küresel piyasalarda yoğun bir şekilde hissedilmekte olduğu bu günlerde KKTC ekonomisinin de büyük bir mali krizle karşı karşıya olduğu hepimizin malumudur. Bu süreçte toplumumuzun her kesiminden gerek sosyal medya üzerinden, gerekse de basınımız aracılığıyla çeşitli yorumlar, çözüm önerileri ve eleştiriler dile getirilirken, mali sıkıntıların giderek yoğunluk kazanmakta olduğu bu dönemde bankalarımızın tartışmaların odak noktasını oluşturması kaçınılmazdır. 
Ancak, krizin etkilerini hafifletici çözüm önerilerinin sağlıklı bir şekilde ortaya çıkabilmesi için söz konusu tartışmaların mümkün olduğunca bilimsel, objektif ve gerçekçi bir zeminde yürütülmesi gerekmektedir. Bankacılık sektörüne ilişkin beklentilerin doğru şekilde yönetilmesi, mevcut kriz koşullarında ekonomimiz açısından hiç olmadığı kadar yaşamsal bir önem arz etmekte ve bütün paydaşların sorumluluklarının bilincinde hareket etmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu süreçte özellikle devletin kredi faizlerine müdahalede bulunması ve bankaları daha çok kredi vermeye zorlaması gibi bir takım tartışmalı konulara ilişkin olarak gündeme gelen çözüm önerileri kapsamında gerek basınımızda, gerekse de sosyal medya üzerinden sıklıkla referans gösterilmekte olan Birleşik Krallık’taki uygulamalar konusunda kamuoyunda genel bir yanlış kanı olduğu dikkat çekmektedir. Bilindiği üzere, bu tartışmalara paralel olarak ayrıca, devletin bankalardaki mevduatların bir kısmına el koyabileceğine ilişkin de bir takım yorumlar ve endişeler gündeme gelmekte ve 2013 yılında Güney Kıbrıs’ta yaşanan bankacılık krizi sırasında mevduatların “tıraşlanması” (“haircut”) uygulamasının da sıklıkla hatalı bir şekilde örnek gösterilmekte olması göze çarpmaktadır.
Akademisyen kimliğimin yanı sıra, daha önce hem Birleşik Krallık Merkez Bankası (Bank of England) bünyesinde bankacılık düzenleme ve denetleme kurumu olarak faaliyet göstermekte olan Prudential Regulation Authority’de (PRA) hem de Birleşik Krallık’taki bir diğer finansal düzenleme kurumu olan Financial Conduct Authority’de (FCA) görev almış olan ve halen Birleşik Krallık’ta küresel bankalara stratejik danışmanlık hizmeti vermekte olan biri olarak bu konulardaki tartışmalara katkı sağlamak amacıyla yorumlarımı kısaca paylaşmak istiyorum.
Covid-19 salgınının yaratmış olduğu panik ve ekonomik kriz ortamında KKTC’deki bankaların özellikle sosyal medya üzerinden giderek tepkilerin odak noktası haline getirilmekte olduğu görülmektedir. Öncelikle, sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için bankacılık sektörüne yönelik beklentiler ortaya konurken duygusallıktan uzak ve objektif bir bakış açısı ile değerlendirme yapılması ve içinde bulunduğumuz krizin daha önceki finansal krizlerden farklı olarak bankacılık sektöründen kaynaklanmadığının bilincinde olunması gerekmektedir.
Günümüzde bankalar çeşitli iş modellerine sahip olup, mevduatlar yoluyla elde etmiş oldukları fonlamayı tamamen kredi vermek için kullanmayı tercih edebilecekleri gibi, birçok farklı şekilde de değerlendirebilmektedir. Elbette ki klasik anlamda bankaların müşterilerinden toplamış oldukları mevduatları krediye dönüştürerek ekonomide finansal aracılık görevi yerine getirmeleri beklenmektedir. Ancak, bankaların bilançolarında bulundurdukları mevduatları mutlaka krediye dönüştürme gibi bir zorunlulukları bulunmamaktadır. Unutulmamalıdır ki özel bankalar kâr amacı güden kuruluşlar olup, kendilerine emanet edilmiş olan mevduatları mümkün olan en kârlı şekilde değerlendirmek durumundadır. 
Bu nedenle, mevzuatlarla düzenlenen bir takım yasal zorunlulukları bulunmadığı sürece bankaların ne uyguladıkları kredi faiz oranları, ne de kullandırdıkları kredi miktarı konusunda eleştirilmesi veya suçlanması temelsiz ve ekonomik akılla örtüşmeyen bir yaklaşımdır. Hiç kuşkusuz, içerisinde bulunduğumuz olağanüstü koşullarda her birey, kurum ve kuruluşun üzerine bir takım görevler düşmektedir. Bu süreçte bankaların da gerek bireysel gerekse de kurumsal müşterilerine finansman sağlamaları beklenirken, aynı zamanda da müşterilerinin kredi geri ödemelerini ertelemeleri, kredi vadelerini uzatmaları, gecikme faizlerini sıfırlamaları gibi bir takım kolaylıklar da ortaya koymaları ümit edilmektedir.
Bankalarımız bu konularda halihazırda bir takım adımlar atarken, kısa süre önce açıklanan ve yoğun tartışmalara yol açmış olan “Toplumsal Dayanışma İçin 1. Ekonomik Tedbirler ve Destek Paketi” adı verilen tedbirlerin toplumumuzun bankacılık sektörüne ilişki beklentilerine cevap verme konusunda genel olarak yetersiz kalmış olduğu görülmektedir. Ancak, aşağıda bahsedileceği gibi, bütün dünyada olduğu gibi KKTC’de de yasal bir takım zorunluluklar dışında bankaların müşterilerine yönelik olarak bir takım rahatlatıcı açılımlar ortaya koyması bankaların kendi inisiyatifine bırakılmış olan bir konu olduğundan, kâr amacı güden bu ticari kuruluşların, diğer birçok kârlı sektörden ayrı tutularak krizden kaynaklanan tepkilerin hedef noktası haline getirilmesi duygusal ve ekonomik akıldan uzak bir yaklaşımdır. 
Bankaların faaliyetlerini öncelikli olarak kârlılıklarını gözeterek sürdürmelerine tepki duymak ve bunun aksini beklemek realiteden uzak bir yaklaşım olmakla birlikte, bankacılık düzenleme ve gözetimi açısından bankaların iş modellerinin mümkün olduğunca kârlı ve sürdürülebilir olmasının en az likidite ve sermaye yeterliliğine sahip olmaları kadar büyük bir önem arz etmekte olduğu da dikkate alınmalıdır. Nitekim, bankaların faaliyetlerini mümkün olduğunca kârlı ve sürdürülebilir bir şekilde yürütmelerinin (“business model viability”) gerek Basel Bankacılık Denetim Komitesi’nin gerekse de ulusal denetim ve gözetim otoritelerinin en önem vermiş olduğu ihtiyati düzenlemelerin başında gelmekte olduğu ve bunun birçok gelişmiş ülkede bankacılık mevzuatlarınca zorunlu kılınan yasal bir zorunluluk olduğu unutulmamalıdır.
İkinci olarak, kredi faizlerine devletin müdahalede bulunmasına ilişkin olarak Birleşik Krallık’taki faiz kesintilerinin gerek basınımızda gerekse de sosyal medya üzerinden sıklıkla örnek olarak gösterilmekte olması dikkat çekmektedir. Ancak, Bank of England’ın “Bank rate” olarak bilinen faiz oranını önce %0.75‘den % 0.25‘e düşürmesi, daha sonra ise bunu yeterli görmeyerek aynı hafta içerisinde ikinci bir kesinti daha gerçekleştirerek 325 yıllık tarihindeki gelmiş geçmiş en düşük seviye olan % 0.1‘e düşürmesine ilişkin olarak kamuoyunda yanlış bir kanı olduğu görülmektedir.
Öncelikle, bu kesintinin banka ve finansal kuruluşların merkez bankasından fonlama sağlarken kullanılacak olan faiz oranlarına ilişkin bir uygulama olduğu ve bankaların müşterilerine kullandıracağı ticari veya bireysel kredilerde ne kadar faiz uygulayacaklarına yönelik doğrudan bir müdahale olmadığı bilinmelidir. Bu uygulama ile bankaların fonlama maliyetleri düşürülerek bankaların bu kesintiyi kredi faizlerine yansıtmaları ümit edilmektedir. Ancak, bankalar kredi faizlerini kendi değerlendirmeleri çerçevesinde saptama konusunda özgürdür.
Her ne kadar da Bank of England’ın faiz kesintisine bağlı olarak örneğin “tracker mortgages” olarak bilinen bir takım emlak kredilerine ilişkin faizler bu kredilerin yapısı gereği otomatik olarak düşse de, bu genel anlamda Birleşik Krallıkta bankaların faiz kararlarına doğrudan bir müdahalede bulunulduğu anlamına gelmemektedir. Kaldı ki, faizlerin düşürülmesi kararının otomatik olarak devreye gireceği “tracker” emlak kredilerinde dahi örneğin 200,000 Sterlinlik bir emlak kredisi için aylık geri ödemelerde yaklaşık olarak sadece 50 Sterlin kadar bir indirim sağlayacağı hesaplanmaktadır.
Bunun yanı sıra, Birleşik Krallık’ta faizlerin düşmesi nedeniyle bankaların gelirlerinin olumsuz etkileneceği göz önünde bulundurularak bankalara kredi kullandırmalarına ilişkin bir yaptırım uygulanmasının aksine, kısa süre önce bankacılık sektörüne yönelik olarak “Term Funding Scheme” olarak adlandırılan bir açılım ortaya konarak Bank of Engand’dan kredi portföylerinin %5’i seviyesinde, yeni açıklanan düşük faiz oranı üzerinden, dört yıl vadeli fonlama sağlamaları gibi bir kolaylık dahi sağlanmıştır. Bilindiği üzere, Bank of England ayrıca “Quantitative Easing” çerçevesinde 200 milyar Sterlinlik tahvil alımı da gerçekleştirerek bankacılık sistemine likidite desteği sağlayacağını da açıklamıştır. 
Nitekim, görüleceği gibi kamuoyundaki genel kanının aksinde, Birleşik Krallık’ta kriz esnasında bankalara kârlılıklarını olumsuz etkileyecek düşük faiz oranları dayatılmazken, tam aksine likidite ve fonlama ihtiyaçlarının karşılanması anlamında desteklenmekte oldukları görülmektedir. Her ne kadar da burada amaçlanan bankaların Covid-19 krizi sırasında ekonomiye daha çok ve daha uygun koşullarda kredi kullandırmaları olsa da, Bank of England bu konudaki beklentisini sadece bankaların müşterilerine “adil” davranması yönünde bir ricada bulunarak ifade etmekte olduğu ve bu konuda bankalara herhangi bir yaptırım uygulama yönüne gitmediği görülmektedir.
Nitekim, Birleşik Krallık’ta Royal Bank of Scotland, HSBC, Lloyds Banking Group, Barclays, Santander UK, Virgin Money, Nationwide ve TSB gibi birçok banka hükümetin ve Bank of England’ın telkinleri doğrultusunda müşterilerine kredilerin geri ödenmesini erteleme, kredi kartı ve/veya överdraft limitlerini yükseltme, overdraft faizlerini sıfırlama, kredi kartı gecikme faizlerini silme gibi bir takım kolaylıklar sağlamaya başlarken, birçok bankanın ise kredi kullandırma konusunda halen isteksiz davranmakta olduğuna veya kredi koşulları konusunda esnek davranmaktan kaçınmakta olduklarına dair yoğun tartışmalar yaşanmaktadır.
Üçüncü olarak, Birleşik Krallık hükümetinin Covid-19 salgınının yıkıcı ekonomik etkilerini hafifletmek amacıyla kısa süre önce açıklamış olduğu ekonomik destek paketi kapsamında banka kredilerine ilişkin olarak ortaya konmuş olan uygulama konusunda da kamuoyunda bir yanlış anlaşma olduğu görülmektedir. Birleşik Krallık hükümeti, kısaca CBILS olarak adlandırılan “The Coronavirus Business Interruption Loan Scheme” isimli bu yeni uygulama kapsamında KOBİ’lere 40 kadar banka ve finansal kuruluş aracılığıyla 5 milyon Sterline kadar, ilk altı ayı %0 faizli kredi desteği sağlamayı amaçlamaktadır.
Bu uygulama çerçevesinde bankaların ekonomiye daha fazla likidite sağlaması ümit edilirken, Birleşik Krallık hükümeti bu hedefin gerçekleşmesi için bankalara bir bankacılık sektörüne bir dayatma yapmak yerine bankaları kredi vermeye teşvik etme yoluna gitmiştir. Nitekim, bankalara devlet tarafından güvence sağlanması sayesinde bankaların COVID-19 krizi süresince işletmelere kredi kullandırma konusundaki endişelerinin giderilmesi hedeflenmiştir. 
Söz konusu uygulama kapsamında kullandırılan kredi tutarlarının %80’ine kadarının devlet tarafından garanti altına alınmış olmasına rağmen, söz konusu kredilerin geri ödenmesine ilişkin yasal sorumluluğun tamamen kredi müşterilerine ait olduğu görülmektedir. Ancak, bu kararın pratikte bir takım tartışmaları da beraberinde getirmiş olduğu dikkat çekmektedir. Örneğin, bu uygulama kapsamında kullandırılacak krediler için müşterilerin prensip olarak herhangi bir teminat gösterme zorunluluğu olmayacağı açıklanmış olmasına rağmen başta HSBC ve Barclays olmak üzere bazı bankaların ek teminat talebinde bulunduğu yönünde haberler basına yansımaya başlamıştır.
Covid-19 krizine ilişkin olarak Birleşik Krallık’ta bankalara uygulanan tek yaptırımın Financial Conduct Authority’nin emlak kredileri ile ilgili bankalara vermiş olduğu direktif olduğu görülmektedir. Bu direktife göre Covid-19 virüsüne yakalanmış olan müşterilerin talepte bulunması durumunda kredi ödemelerinin üç ay ertelenmesi zorunlu hale getirilmiştir. Aynı karar kapsamında söz konusu kredilerin geri ödenmemesi durumunda bankaların herhangi bir yasal süreç başlatmaları, gecikme faizi uygulamaları veya müşterilerinin kredi notunu düşürmeleri de yasaklanmıştır.
Banka kredilerine ilişkin bu düzenlemelerin yanı sıra, Birleşik Krallık’ta Covid-19 krizinin bankacılık sektöründeki riskleri artırmasını önlemeye yönelik olarak da bir takım tedbirler alınmıştır. Örneğin, Financial Conduct Authority ve Prudentual Regulation Authority’nin kısa süre önce bankaların faaliyetlerini düzenleyecek bir takım düzenlemeler gerçekleştirerek bu dönemde bankaların risk yönetimi ve kurumsal yönetimine ilişkin beklentilerini açık bir şekilde ortaya koymuş olduğu görülmektedir.
Son olarak, gerek basınımızda gerekse de sosyal medyada bankalardaki mevduatlara el konulması konusunda sıklıkla örnek olarak gösterilmekte olan Güney Kıbrıs’ta 2013 yılında yaşanan bankacılık krizi sırasında gündeme gelmiş olan “mevduatların tıraşlanması” yönündeki uygulamaya ilişkin de bir takım hatalı yorumlar ve endişelerin dile getirilmekte olduğu görülmektedir. 
Öncelikle, Güney Kıbrıs’ta yaşanan kriz sırasında gündeme gelen en büyük tartışma konularından birinin Türkçeye “ahlaki tehlike” olarak çevirebileceğimiz “moral hazard” endişeleri olduğunun dikkate alınması gerekmektedir. Hatırlanacağı gibi bu süreçte risk yönetimi konusunda başarısız olan ve bilançolarındaki riskli tahviller nedeniyle iflas noktasına gelmiş olan bankaların vergi mükelleflerince kurtarılması (“bail-out”) yaklaşımı yerine, bankaların mevduat sahiplerinin de zararlara ortak edilmesi, yani “içsel çözümleme” (“bail-in”) prensibi gündeme gelmiş ve bu yaklaşım neticesinde mevduatlarda belli bir miktar kesinti yapılması önerilmişti.
Bu örnek, bankacılık sektöründen kaynaklanmayan mevcut Covid-19 krizi ile herhangi bir benzerlik göstermediği gibi, unutulmamalıdır ki Güney Kıbrıs’ta mevduatların tıraşlanması şeklindeki bu uygulama, kısaca “BRRD” olarak bilinen AB Bankacılık Kurtarma ve Çözümleme Direktifi (Banking Recovery and Resolution Directive) çerçevesinde kabul edilen “içsel çözümleme mekanizması” (“bail-in mechanism”) çerçevesinde gündeme gelmişti. Bilindiği gibi Güney Kıbrıs’taki krizle aynı dönemde AB’de gündemi meşgul etmekte olan bu AB Direktifi gereği iflas noktasına gelen bir bankaya mali destek sağlanabilmesi için öncelikle mevduatlarının en az %8’inin içsel çözümlemeye tabi tutulması gerekmektedir.
Dolayısıyla, Güney Kıbrıs bankacılık krizi örneğinde banka mevduatlarından kesinti yapılması devletin mali ihtiyaçlarını gidermek amacıyla değil, bankaların kurtarılmasına iliskin olarak gündeme gelmiş olup, KKTC’de mevduatlardan kesinti yapılmasına bir örnek teşkil etmemektedir. Güney Kıbrıs’ta tamamen bankacılık sektöründen kaynaklanan bu kriz örneğinde Güney Kıbrıs’ın AB üyesi olması nedeniyle BRRD prensipleri doğrultusunda bankalara mali yardım sağlanması konusunda bir ön şart olarak gündeme gelmiş olan mevduatlara kesinti uygulaması ve sermaye çıkışlarına getirilen kısıtlama gibi seçeneklerin mevcut kriz ile herhangi bir benzerlik taşımadığı görülmektedir. Bu nedenle, bu uygulamayı günümüzde yaşanan krize ilişkin bir çözüm olarak değerlendirmek son derece hatalı bir yaklaşım olacaktır.
Anlaşıldığı kadarıyla, sosyal medyada dile getirilmekte olan endişelerin aksine böyle bir konu hükümetin gündemine gelmemiştir. Ancak böyle bir seçenek gündeme gelecek olursa, unutulmamalıdır ki devletin kamu maliyesinde ilişkin acil ihtiyaçlarını bir kereye mahsus bile olsa bankalardaki mevduatlar ile fonlaması, ileride yaşanabilecek her mali kriz sırasında mevduat sahiplerinin benzer endişeler duymasına yol açarak bankacılık sektöründen ani mevduat çıkışlarını tetikleyebilecektir. Bankacılık sektörünün sağlıklı bir şekilde faaliyet göstermesinin en önemli şartı vatandaşların mevduatlarının güvencede olduğunu bilmeleri ve bankacılık sektörüne güven duymalarıdır. Bu güveni ne şimdi ne de gelecekte erozyona uğratacak adımlar gündeme dahi gelmemeli bu yönde endişelere yol açacak ortamın oluşmasına kesinlikle izin verilmemelidir.
Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz bu ekonomik kriz ortamından nasıl çıkılacağına ilişkin öneriler ortaya koyarken, ekonomik faaliyetlerimizin devamını sağlamak açısından yaşamsal öneme sahip olan bankalarımızdan beklentilerimizin daha gerçekçi bir zeminde tartışılması büyük önem arz etmektedir. Bu nedenle, bu süreçte ortaya konmakta olan çeşitli politik argümanları desteklemek amacıyla referans olarak gösterilen örneklerin daha doğru ve objektif bir şekilde gündeme getirilmesi, hem krizin etkilerini azaltacak kararların daha sağlıklı şekilde alınmasını sağlayacak, hem de bankalarımızın haksız eleştirilere maruz kalmasını ve bankacılık sektörüne olan güvenin zedelenmesini önleyecektir.
Bir kez daha vurgulamak isterim ki faaliyetlerini yasal mevzuatlar çerçevesinde sürdürmekte olan ve mevcut krizin ortaya çıkmasında herhangi bir sorumluluğu bulunmayan KKTC bankacılık sektörünün diğer sektörlerden ayrı tutularak tartışmaların odağına konulması adil bir yaklaşım olmaktan uzaktır. Evet, bankacılık sektörünün kârlı bir sektör olduğu ve ekonomiye likidite sağlama gibi çok önemli bir görevi olduğu ortadadır. Ancak, mevcut krizden çıkış noktası aranırken, bankacılık sektörünün istikrarını tehdit edebilecek bir takım adaletsiz dayatmalar yapılması, mevduatlardan kesinti yapılmasının gündeme getirilmesi ve KKTC’den sermaye çıkışlarına kısıtlama getirilebileceğine dair endişelere yol açılması, içinde bulunduğumuz kriz ortamında yapılması gereken en son şey olmalıdır. Unutulmamalıdır ki dünya bankacılık tarihi, ortada hiçbir finansal sebep yokken dahi ani mevduat hücumlarının yaşanmış olduğu bankacılık krizi örnekleriyle doludur.  

Güncelleme Tarihi: 29 Mart 2020, 17:42
YORUM EKLE
YORUMLAR
Osman nalbantoglu
Osman nalbantoglu - 4 yıl Önce

Banka yandasi bit bankaci hikaye okuyor.rum kesimi ab uyesidir.yilsonuna kadar faiz ve taksitleri moratoryum uyguladi.

SIRADAKİ HABER

banner471

banner473